Tek umutları hükümeti zorbalaştırmak. Globalleşen dünyada, demokrasiler de ancak global bir destek, onay, hayırhah bir tutum ya da en kötüsünden tarafsız bir tutumla çevrelendikleri takdirde rahatça gelişip derinleşebiliyor. Aksi durumda, yani düşmanca bir tutumla sarmalanmış, tecrit edilmiş bir demokrasinin işi gerçekten çok zor. Bunu söylerken sadece global dünyanın siyaset sınıfını kastetmiyorum; aynı zamanda ve daha önemli olarak dünya kamuoyunu kastediyorum. Zaten artık iç ve dış kamuoyunun arasındaki sınırların kalktığı; istikrarlı bir iktidar için hükümetlerin sadece iç kamuoyunda değil, dünya kamuoyunda da meşruiyet aramaları gereken bir çağdayız. Artık ne sandık ne de darbe umudu olmayanlar da bu gerçeği çok iyi bildikleri için, geriye kalan son silahlarını çektiler. Epey bir süredir, var güçleriyle dünya kamuoyunun AK Parti hükümetine karşı cephe alması, iktidarın uluslararası tecride sürüklenmesi için yoğun bir çaba içindeler. Bunu başarabilmelerinin tek yolu ise hükümeti zorbalaştırmak... Gerek haftalardır propagandası yapılan "Ekim ayaklanması"nın, gerekse Silivri'yi meydan savaşına çevirme planlarının arka planında bu umut var. Eski düzeni geri getirme sevdasında olanlar hükümetin hata yapmasının pususuna yatmış durumdalar. Hükümet telaşlanacak, saldıracak, zorbalaşacak, haksız zemine düşecek ve biraz daha tecrit olacak... AK Parti hükümetinin bu planı görmediğini düşünemeyiz. Ne var ki, Silivri'deki karar duruşmasına girişin yasaklanması, plan görülse bile yeteri kadar ciddiye alınmadığını gösteriyor. Yarınki (size göre bugünkü) tabloyu görür gibiyim... Bir yanda Silivri'ye varmak için her yolu denemeye kararlı militan CHP'liler ve İşçi Partililer... (Ulusal kanal spikerinin Gezi olayları sırasında ağzından kaçırdığı gibi) günün, çok sayıda yaralı hatta mümkünse "ünlü" yaralı, hatta ölümle kapanmasından daha fazla hiçbir şey istemiyorlar... Öbür yanda ise, Silivri'de kuş uçurtmamaya kararlı, alınan kararın uygulanmasında en ufak bir zaaf yaşanmasına tahammülü olmayan, tahkimatını kurmuş, bütün yolları kesmiş, bütün çıkışları kapatmış güvenlik güçleri... Bunun sonucu, mutlak çatışma, mutlak şiddettir... Silivri'de değil ama şehrin her yerinde sokak gösterileri, çatışmalardır... Demokrasi düşmanlarına haklı zemin kazandırmak Diyeceksiniz ki bu grupların Silivri'ye gitmelerine izin verilse aynı çatışmalar orada olacaktı. Hem salonda olay çıkaracak, karga tulumba dışarı atılmanın, hatta birkaç yumruk yemenin "başarısını" yaşayacak hem de dışarıda polisle, jandarmayla çatışacak, barikatları yıkmaya çalışacak, yine "mümkün olduğu kadar çok" yaralı vermeye uğraşacaklardı. Ve yine bu olayları iç ve dış kamuoyunda hükümetin "zorbalaşmasının" delili olarak kullanacaklardı. Doğrudur; amaçları hükümeti şiddet ortamına çekmek olanlar, aynı şeyi Silivri'de yapacaklardı. Ama o zaman haksız zeminde olanlar onlar olacaktı. Kendilerine tanınan yargılamayı izleme hakkını kötüye kullanan, duruşmayı engelleyen, bağımsız yargıyı baskı altına alan şiddet taraftarı bir kitle durumuna düşeceklerdi. Bugün ise demokratik bir hakkı, Silivri sanıklarının açık yargılanma hakkını savunmak üzere sokaklara dökülmüş ama "zorbalaşan iktidarın" şiddetiyle karşılaşmış mağduru oynayacaklar. Ve hiç şüpheniz olmasın ki, bu tabloyu yurtdışında bol bol pazarlayacaklar. Hükümet Silivri'de "zaaf içinde bir iktidar" görüntüsü vermemek için, "testi kırılmadan" tedbir alma yolunu seçti. Ama bu onun bir başka zaafa düşmesine yol açtı: Açık yargılanma hakkını ihlal etmiş bir hükümet durumuna düştü. Demokrasi düşmanlarına haklı zemin kazandırdı. Güçlü iktidar, demokratik hakların kullanılmasını engellemeden ama düzeni sağlamakta ve yasa dışına çıkanları durdurmakta en küçük bir zaaf göstermeyen iktidardır. Marifet bu ikisini birlikte gerçekleştirmektir. Gülay GÖKTÜRK 05 Ağustos 2013 Pazartesi

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

23 Temmuz 2013 Salı

ABD'nin bölgede 1993-2000 yılları arasında tecrübe edilen statükoya geri dönüş sinyali verdiğini hissettiriyor 23 07 2013

Hedef Ortadoğu'da Neo-Statüko mu?

Amerikan ordusunun Aralık 2011'de Irak'tan resmen çekilmesi Ortadoğu'ya beklenen barışı getirmedi. Bilakis Ortadoğu'da uzun süredir alttan alta devam eden tüm çatışmaların günyüzüne çıkmasını sağladı. İlginçtir yine aynı dönemde Tunus'ta patlak veren ve daha sonra 'Arap Baharı' adını alacak isyan dalgası Tunus'tan başlayarak Doğu Akdeniz ve Kuzey Afrika hattını derinden sarstı. Dünya enerji kaynaklarının % 65'ini barındıran bu geniş coğrafyadaki statükoyu derin bir bunalıma soktu.
Bir tarafta, İran ve Şii baskısı, diğer tarafta Müslüman Kardeşler nezdinde, Arap halklarının yükselen muhalefeti 1. Dünya Savaşı sonrasında kurulan eski düzenin sahiplerini endişelendirdi. Mısır'da 30 yıllık Mübarek rejiminin sona ermesi, statüko için alarm zillerinin çalmasına sebep oldu. Zira 100 yıl sonra, bölgenin iki ana gücü Mısır ve Türkiye, kendilerini bağlayan prangalardan kurtulmak üzereydi.
Türkiye, yürüttüğü aktif ve ince diplomasiyle bölge diplomasisinde ağırlığını hissettiriyordu. Mısır'da ise Muhammed Mursi, ülke tarihinde demokratik yollarla seçilen ilk Cumhurbaşkanı unvanını elde etmiş, verdiği mesajlar ve duruşuyla, Camp David düzenini sorgulamaya başlamıştı.
Uzun yıllar Doğu Akdeniz'de söz hakkı İsrail'e bırakılmışken, Mısır ve Türkiye bu statükoyu sorgulamaya ve yeni bir düzenin oluşturulması ile ilgili güçlü mesajlar vermeye başladı. Her iki liderin de Filistin Sorunu'nun çözümü noktasında sergiledikleri kararlı tutum büyük güç merkezlerinde ciddi anlamda endişe yarattı. Erdoğan ve Mursi'nin Arap halkları arasında giderek daha da popüler hale gelmesi bu mesajın karşılık bulduğunun göstergesiydi.
Bu iki ülkenin yanına Körfez'in yükselen gücü Katar'ın da eklemlenmesiyle, Ortadoğu'da yeni ve çok güçlü bir eksen ortaya çıktı. Siyasi, kültürel ve ekonomik olarak tüm bölgeyi kucaklayacak böylesi bir birlikteliğin, bölge içi ve dışındaki güçleri rahatsız etmesi kaçınılmazdı.
Bu sürecin ilk kurbanı Mısır oldu. 3 Temmuz 2013 günü Mısır ordusu Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi'yi bir askeri darbe ile iktidardan uzaklaştırdı. Referansını Tahrir'den alan ordu önce Mursi'yi gözaltına aldı. Hemen ardından da İhvan yöneticilerine dönük kapsamlı bir tutuklama furyası başlattı. İhvan yöneticilerini hedef alan kara propaganda faaliyetleriyle desteklenen bu süreçte askeri yönetime en büyük desteği Körfez ülkelerinin vermesi herkesi şaşırttı.
2 yıl boyunca Türkiye hariç hiçbir devlet ve uluslararası kurumdan destek görmeyen Mısır'a adeta para yağdı. Yeni Mısır yönetimini büyük bir coşkuyla selamlayan Körfez Emirleri darbe yönetimini desteklemek için para musluklarını sonuna kadar açtı. Körfez ülkeleri yaklaşık 12 milyar dolarlık bonkör bir kredi açarken, ülkeyi kasıp kavuran benzin kuyruklarının bir günde bitmesi operasyonun boyutlarını gözler önüne seriyordu.
Mısır'daki darbeye paralel olarak, Katar'da da artık saray darbesi mi, yoksa zaten yaşanacaktı diyeceğimiz bir değişim ile Şeyh Hamad bin Sani'nin koltuğunu 33 yaşındaki oğlu, Temim bin Hamad Al Sani'ye devretmesi oldu. Bu değişim ile birlikte Katar'ın, Suudi Arabistan'ın pek de haz etmediği aktif dış politikasının arkasındaki beyin olan Başbakan ve Dışişleri Bakanı Hamad bin Câsim de görevlerinden uzaklaştırıldı. Yeni Şeyh'in iktidara gelmesi ile beraber Suudi Arabistan'ın önceliklerine paralel verdiği mesajlar, yeni dönemde Katar'ı Körfez ülkeleri ile daha yakın işbirliği yürüteceğini gösteriyor.
Bu sırada ise Türkiye, daha da karmaşıklaşan ve artık ABD ile Rusya arasındaki pazarlıkların insafına kalmış bir Suriye problemi ile başbaşa. Türkiye'nin tüm çağrıları/uyarıları uluslararası toplum tarafından görmezden geliniyor. Suriye meselesinin çözüm süreci uzadıkça, hem ülke içindeki çözülecek problem sayısı artıyor, diğer taraftan da insani bir felaketin giderek derinleştiği görülüyor. Türk dış politikasının, yoğun enerjisini harcamasına rağmen, bölge içi ve dışı pek çok aktörün dâhil olduğu Suriye, son dönemde Kürt meselesiyle de birleşerek, çok bilinmeyenli bir denklemi oluşturmuş durumda. Muhalefet ne yazık ki hala anlamlı bir birliktelik oluşturabilmiş değil. Daha da kötüsü, muhalif gruplar arasında çatışmalar da giderek artış gösteriyor. Bu karmaşa arasında ise Esad yönetimi, Hizbullah'ın da yardımıyla Suriye muhalefetine yoğun saldırılara başlamış durumda. Dünya'nın çıkmaz ayın son çarşambası yapılacak (son olarak Eylül ayı telaffuz edildi) Cenevre toplantısına odaklandığı ve o zamana kadar ne hali varsa görsün dediği Suriye'de, an itibariyle iç açıcı bir tablo yok. Türkiye'nin dış politikada önemli mesaisini harcaması gerektiren Suriye meselesine Ortadoğu'daki aktörlerin destekten çok köstek olması da madalyonun öteki yüzünü oluşturuyor. Mısır'da cunta yönetimi, iş başına gelir gelmez, Mursi'nin Suriye ile kestiği diplomatik ilişkileri yeniden tesis ederken, Suud rejimi de selefi gruplara verdiği destek ile, Batılı güçlerin, muhalefete silah yardımı yapmaması için iyi bir bahaneyi de kendi eliyle sağlamış oluyor.
Ortadoğu'da tüm bu gelişmelere paralel, ABD Dışişleri Bakanı Kerry'nin bölgede izlediği yoğun diplomasi faaliyeti ise gözden kaçmıyor. Lakin bu aktif diplomatik faaliyetlerin, 'Arap Baharı' ile filizlenen ve halklara dayanan yeni düzenden ziyade, eski statükoyu, yeni bir makyajla yeniden diriltme çabasına daha yakın gibi.

 Suudi Arabistan, Ürdün gibi, statükonun belkemiği ülkelerle yakın temas, Mısır'daki darbeye karşı 
sessizlik, 25 Ocak devriminden sonraki en yüksek diplomatik ziyaretin devrimden sonra 

gerçekleşmesi ve son olarak, Cuma günü, İsrail ile 

Filistin arasındaki barış görüşmelerinin, Gazze 

meselesi zikredilmeden, yeniden başlayacağına 

dönük açıklama, ABD'nin bölgede 1993-2000 yılları arasında tecrübe edilen statükoya geri dönüş sinyali verdiğini hissettiriyor.

SERNUR YASSIKAYA

23 07 2013


Bu da bizi, 'acaba bölgede kontrollü bir neo-statüko mu oluşturulmak isteniyor?' sorusuna getiriyor.
Bugün Anadolu tecrübesinin yerine aynı cemaat, kulüp ve kasttan olma anlayışı egemen kılınmıştır. 28 07 2013 pazar Tuz kokarsa… Her yıl Ramazan ayında iç gündemin tartışmaları genelde dini konularda yapılmaktaydı. Bu yıl bir olay istisna dini tartışmalar gündem oluşturmadı. Bir kısım dini sorulara verilen cevaplar da magazinsel bir tarzda ele alındı. Bunlar da 'oruçlu denize girilir mi ve sakız çiğnenir mi' tarzındaydı. Gündem oluşturan esas tartışma sahurun vaktiyle ilgiliydi. Bir ilahiyatçıya göre Diyanet sahuru erken sonlandırmakta ve insanlar birkaç saat uzun oruç tutmaktaydı. Üzülerek gördük ki, kuruma yönelik eleştiri olduğundan tahammül edilir bir düzeyde karşılanmadı. İddia sahibine yönelik televizyon programını sabote etmek olmak üzere olumsuz davranışlar sergilendi. Oysa bundan önce ilahiyatçılar arasında daha karmaşık ve gelenekselleşmiş uygulamalara yönelik eleştirilere gerekli müdahale yapılmamıştı. Son yıllarda toplumda tahammül kültürünün zayıflamakta olduğunu görmekteyiz. Bir kişinin kendisine göre doğru ama başkasına göre yanlış algılanan bir konu üzerinde kişinin olayı açıklamasına bakılmadan veya gerekçesini dinlemeden hemen karşıt bir kampanya ile linç tavrı devreye girmektedir. Anlaşılan odur ki insanlar artık birbirlerini dinlemiyor, herkes duymak istediği sese kulak kesiliyor. Herkes karşısındakini anlama ve ikna etme gayretinden çok boyun eğdirme ve ötekileştirme yarışı içinde. Oysa Anadolu kültürü farklı inançların, kültürlerin, etnik yapıların ve dillerin bir arada yaşama temelinde oluşmuştu. Bugün Anadolu tecrübesinin yerine aynı cemaat, kulüp ve kasttan olma anlayışı egemen kılınmıştır. Bu durum ortamda sahici davranışları azaltmış, bunun yerine yapay ve ikiyüzlülüğü artırmıştır. Gelişen olaylar üzerine yapılan 'olaylar bazılarının maskesini düşürmüştür' yorumları geldiğimiz noktayı dramatik biçimde açıklamaktadır. Merak ediyorum; nasıl bir davranış içindeyiz ki karşımızdaki insan bizim yanımızda gerçek kimliğini maskeleme gereği duyuyor. Bu durum bizim tutumumuzdan mı kaynaklanıyor yoksa karşımızdakinin kişilik zaafı mı? Hangisi daha baskın? İnandığımız din ve yaşadığımız coğrafyada ki kültür, insanların birbirlerinin yüzüne hakaret ve küfrün dışında, edep dairesi içinde her şeyi söyleyebilme cesareti sağlıyordu. Birlikte yaşamanın getirdiği bir hukuk vardı. Bir yerde çok yüzlü veya maskeli türler türemiş ise orada arızalı bir durum vardır. Bu arızalı durumun giderilmesi; itaatkâr, tabi ve tebaa insanların yetişmesiyle değil, kimlikli, kişilikli, haksızlık karşısında tavır alan, sorgulayan, eleştiren, iyiliği teşvik eden ve kötülükten sakındıran insanların yetiştirilmesiyle mümkündür. Öyle bir an içinde yaşıyoruz ki iyilik, doğruluk ve dürüstlük haber değeri taşımaya başladı. Oysa iyilik, doğruluk ve dürüstlük insan olmak, insan kalmanın gereğidir. Yalnızlaşmanın ve içe kapanmanın arttığı, örnek insan veya rol modellerin azaldığı bir dünyaya evirildik. Dini sorunlarımızı çözmek ve anlayışlarımızı zenginleştirmek için atanan insanlar kötülüğü, fesadı ve fitneyi çoğaltıyorlarsa artık tuz kokmuştur. İslam'ın iki şartı vardır: birincisi iman etmek, ikincisi iyilik yapmaktır. Görevimiz iyilik yapmak, iyiliği teşvik etmek ve kötülüğü önlemektir. Bugün başkalarının kötülüklerini anlatarak, iyiliği yaygınlaştırmaktan çok kötülüğe meşruiyet kazandırıyoruz. Hz Peygamberimiz (sav) 'Bir kul, bu dünyada başka bir kulun ayıbını örterse, kıyamet gününde Allah da onun ayıbını örter' diye buyurdu. Hz. Mevlana şöyle der: 'Cömertlik ve yardım etmede akarsu gibi ol Şefkat ve merhamette güneş gibi ol Başkalarının kusurunu örtmede gece gibi ol Hiddet ve asabiyette ölü gibi ol Tevazu ve alçakgönüllülükte toprak gibi ol Hoşgörürlükte deniz gibi ol Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol.' Alija der ki: Dünyanın bütün büyük dinleri şu basit hakikati öğretmeye çalışır ve hakikatler basittir. Sana yapılmasını istemediğin şeyi başkasına yapma. Ya da öyle hareket et ki, davranışların herkes için geçerli olsun; ne sana göre değişsin ne de başkalarına göre… SÜLEYMAN GÜNDÜZ 28 07 2013