Tek umutları hükümeti zorbalaştırmak. Globalleşen dünyada, demokrasiler de ancak global bir destek, onay, hayırhah bir tutum ya da en kötüsünden tarafsız bir tutumla çevrelendikleri takdirde rahatça gelişip derinleşebiliyor. Aksi durumda, yani düşmanca bir tutumla sarmalanmış, tecrit edilmiş bir demokrasinin işi gerçekten çok zor. Bunu söylerken sadece global dünyanın siyaset sınıfını kastetmiyorum; aynı zamanda ve daha önemli olarak dünya kamuoyunu kastediyorum. Zaten artık iç ve dış kamuoyunun arasındaki sınırların kalktığı; istikrarlı bir iktidar için hükümetlerin sadece iç kamuoyunda değil, dünya kamuoyunda da meşruiyet aramaları gereken bir çağdayız. Artık ne sandık ne de darbe umudu olmayanlar da bu gerçeği çok iyi bildikleri için, geriye kalan son silahlarını çektiler. Epey bir süredir, var güçleriyle dünya kamuoyunun AK Parti hükümetine karşı cephe alması, iktidarın uluslararası tecride sürüklenmesi için yoğun bir çaba içindeler. Bunu başarabilmelerinin tek yolu ise hükümeti zorbalaştırmak... Gerek haftalardır propagandası yapılan "Ekim ayaklanması"nın, gerekse Silivri'yi meydan savaşına çevirme planlarının arka planında bu umut var. Eski düzeni geri getirme sevdasında olanlar hükümetin hata yapmasının pususuna yatmış durumdalar. Hükümet telaşlanacak, saldıracak, zorbalaşacak, haksız zemine düşecek ve biraz daha tecrit olacak... AK Parti hükümetinin bu planı görmediğini düşünemeyiz. Ne var ki, Silivri'deki karar duruşmasına girişin yasaklanması, plan görülse bile yeteri kadar ciddiye alınmadığını gösteriyor. Yarınki (size göre bugünkü) tabloyu görür gibiyim... Bir yanda Silivri'ye varmak için her yolu denemeye kararlı militan CHP'liler ve İşçi Partililer... (Ulusal kanal spikerinin Gezi olayları sırasında ağzından kaçırdığı gibi) günün, çok sayıda yaralı hatta mümkünse "ünlü" yaralı, hatta ölümle kapanmasından daha fazla hiçbir şey istemiyorlar... Öbür yanda ise, Silivri'de kuş uçurtmamaya kararlı, alınan kararın uygulanmasında en ufak bir zaaf yaşanmasına tahammülü olmayan, tahkimatını kurmuş, bütün yolları kesmiş, bütün çıkışları kapatmış güvenlik güçleri... Bunun sonucu, mutlak çatışma, mutlak şiddettir... Silivri'de değil ama şehrin her yerinde sokak gösterileri, çatışmalardır... Demokrasi düşmanlarına haklı zemin kazandırmak Diyeceksiniz ki bu grupların Silivri'ye gitmelerine izin verilse aynı çatışmalar orada olacaktı. Hem salonda olay çıkaracak, karga tulumba dışarı atılmanın, hatta birkaç yumruk yemenin "başarısını" yaşayacak hem de dışarıda polisle, jandarmayla çatışacak, barikatları yıkmaya çalışacak, yine "mümkün olduğu kadar çok" yaralı vermeye uğraşacaklardı. Ve yine bu olayları iç ve dış kamuoyunda hükümetin "zorbalaşmasının" delili olarak kullanacaklardı. Doğrudur; amaçları hükümeti şiddet ortamına çekmek olanlar, aynı şeyi Silivri'de yapacaklardı. Ama o zaman haksız zeminde olanlar onlar olacaktı. Kendilerine tanınan yargılamayı izleme hakkını kötüye kullanan, duruşmayı engelleyen, bağımsız yargıyı baskı altına alan şiddet taraftarı bir kitle durumuna düşeceklerdi. Bugün ise demokratik bir hakkı, Silivri sanıklarının açık yargılanma hakkını savunmak üzere sokaklara dökülmüş ama "zorbalaşan iktidarın" şiddetiyle karşılaşmış mağduru oynayacaklar. Ve hiç şüpheniz olmasın ki, bu tabloyu yurtdışında bol bol pazarlayacaklar. Hükümet Silivri'de "zaaf içinde bir iktidar" görüntüsü vermemek için, "testi kırılmadan" tedbir alma yolunu seçti. Ama bu onun bir başka zaafa düşmesine yol açtı: Açık yargılanma hakkını ihlal etmiş bir hükümet durumuna düştü. Demokrasi düşmanlarına haklı zemin kazandırdı. Güçlü iktidar, demokratik hakların kullanılmasını engellemeden ama düzeni sağlamakta ve yasa dışına çıkanları durdurmakta en küçük bir zaaf göstermeyen iktidardır. Marifet bu ikisini birlikte gerçekleştirmektir. Gülay GÖKTÜRK 05 Ağustos 2013 Pazartesi

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

31 Temmuz 2013 Çarşamba

Laiklerin usandıran şımarıklıgı 31 07 2013 Mısır’daki darbeye bakıp bakıp iç geçirmekten başka bir teselli de olmayacak onlar için

 Laiklerin usandıran şımarıklıgı  


Cumhuriyet’in kuruluşunda dine karşı ciddi bir antipati ve kibirli bir bakış temel ideolojik karakterdi. 

Pozitivist, radikal aydınlanmacı İttihatçılar ve onların B takımı Mustafa Kemal ile arkadaşları, Osmanlı’nın yıkılış nedenini, İslam’ın akıl ve çağdışılığına bağlamışlardı. 

1793’te Jakobenlerin bir süre Hıristiyanlığı yasaklamalarından feyz aldıkları belliydi. Maalesef Türkiye’nin koyu dindar halkları böyle bir şeyi kabul edecek olgunlukta değildi henüz. O nedenle sadece İslam’ın kamulaştırılmasına girişildi. Avrupa’nın dini sadece “öteki” dünyaya değil, başka bir evrene postalamış olması ne iyi olmuştu! Bu sayede Avrupa cenneti akıl aracılığı ile yeryüzüne indirmiş, zenginliğe, adalete bu dünyada yaşarken de ulaşılabileceğini göstermişti. Bolşevikler de aynı yoldan gidiyor, Ortodoks-Çarlık arkaizmini dini çökerterek aşıyorlarsa, bunda bir hikmet olmalıydı. Rasyonel Batı, arkaik Doğu’yu teslim almış ve Doğu bu üstünlüğü kabul etmişti. Artık Batı’yı taklit etmekle ondan nefret etme arasında debelenmekten başka bir şey yapamayacaklardı.

Ama madalyonun diğer yüzü pek de öyle değildi. Radikal aydınlanma yeryüzüne cenneti indirmişti ama, bu bölge nedense Avrupa olmuştu. Avrupa’ya cennet inerken, aynı anda Güney Amerika, Afrika ve Asya’da cehennemler kuruluyordu. Soykırımlar çağı açılmıştı ve aynı akıl, insanların nasıl daha hızlı, ucuz ve çok sayıda katledilebileceğinin icatlarını da yapıyordu. Dünya Savaşlarında yaşanan aşkın vahşeti gören Woolf, Yesenin, Kleist, Mayakovski ve Trakl gibi aydınlar arkalarında hüzünlü eserler ve notlar bırakarak intihar ediyorlardı. Birinci ve İkinci Dünya savaşları arasında aydınlar arasında tam bir intihar patlaması yaşanmıştı. Bütün değerleri ve idealleriyle Avrupa kültürünün modern Hitler faşizmi altında yok olduğu gerçeğiyle yüzleşmek onlar için mümkün değildi. Yüzleşmek yerine ölüm daha yeğdi.

Ve şu din denen şey bir türlü ölmüyordu. Hayalet gibi sürekli geri geliyordu…

Dünya savaşlarında 70 milyon insan öldü. Stalin tek başına 20 milyon insanı katletti. Soykırımlar, bugüne kadar devam ediyor. Soykırım bir Batı teknolojisidir. Evet, o da buhar makinası gibi modern bir icattır.

Sadece 20. yüzyılda, insanlık tarihinin toplamından daha fazla insan öldürülmüştür.

Taliban’ın esirlerin kafasını kesmesi ile Afganistan’da, Pakistan’da ABD helikopterlerinin sivilleri, çocukları füzeyle parçalaması arasında sadece “şıklık” nüansı vardır. Asıl fark sayılardadır. 11 Eylül saldırılarında öldürülen insan sayısı ile bunun yol açtığı Irak işgalindeki katliamın boyutu mukayese bile kabul etmez. Ama modern akıl, diğerini daha vahşi ve yıkıcı gösterir. Allah adına cihat arkaiktir ama, demokrasi adına bir milyon Iraklı’nın katledilmesi farzdır.

Bu çifte standart bir türlü sorgulanmaz. Aklın ve ruhun insan denen bütünü oluşturduğu ve insanın erdemleri olduğu kadar, karanlık bir doğaya da sahip olduğu ihmal edilir. İyiler Batı’ya, kötüler Doğu’ya atfedilir sürekli.

Dinin tüm kötülüklerin anası, aklın da her derdin devası olduğu bir saplantı haline gelmiştir ve bu konunda Batı da, ülkemizdeki güzide laiklerimiz de yüzyıldır çok fazla yol kat edemedi. Bir Avrupalı yazar, sohbetimizde, dindarları tehdit ve hakir görmenin, demokrasinin temel değerleri ile çeliştiğini kabul etmek zorunda kaldığında, “Biz dinin dönüşü ile birlikte, reform ve aydınlanma ile kazandıklarımızı kaybetmekten, karanlık çağlara geri dönmekten korkuyoruz” diyerek çifte standardını meşru göstermeye çalışmıştı. Peki, o yüce akıl, akıl dışı korkulara neden derman olamıyordu ki! Belki de bunu anlamak için psikanaliz gerekliydi. Akıl ile korku, önyargı ve saplantı yan yana şık duruyor muydu hiç!

Bu çelişki kendisini son olarak Mısır’da gösterdi. Batı, seçilmiş önyargısı ile kendi değerlerini çiğnedi ve ahlaksız, kanlı bir darbeyi destekleme seviyesine kadar indi. Türkiye’de de buna paralel bir ahlaksal-ilkesel düşkünlük sergilendi.

Eş zamanlarda, Türkiye’de Ramazan’la birlikte yine din tartışmaları gündeme oturdu. Bir tasavvuf hocası, hamile kadınların sokakta yürümelerinden terbiyesizlik olarak bahsetti mesela. Üstelik devlet kanalı TRT’de! Bunun üzerine kıyamet koptu. Böyle bir şey nasıl olur da söylenebilirdi? AK Parti’nin yönettiği Türkiye’de yaşam biçimleri yine büyük saldırı altındaydı. Neden Müslüman camia bu adama yeterli hızda haddini bildirmemiş, neden güvenleri sarsmış, demokrasiye sadakatini göstermemişti? Gezi krizi boyunca boşuna mı “Erdoğan istifa!” denmişti? Bir ispat daha gelmişti işte!

Hayır, hükümetin çağdaş-laik-demokratik kadınları eve hapsetme hamlesine karşı konacaktı! Onurlu seküler direniş başlamıştı. “Direnhamilekadın” tag’ları, “Hamile de kalırım, sokağa da çıkarım” sloganları hazırdı.

İslam’ı eleştirmek, hatta hakaret etmek düşünce ve ifade özgürlüğüne giriyordu ama, aynı yüksek standart dindarlar için uygulanamazdı. Kural öyleydi. Öyle kabul edilmeliydi. Ayıptı. Hatta sorgulanmamalıydı. O kadar!

Peki, bu samimiyet testini yapma hakkını laiklere kim veriyordu? Çifte standardı demokrasi, çağdaşlık diye yutturmak değil miydi bu? Bu hiyerarşiyi kim dayatıyor ve bunu ne hakla yapıyordu? Son on yıldır, her türlü darbeye, reformlara, Ergenekon, Balyoz sanıklarına kalpaklı bayrağını kapıp sokaklara dökülerek sahip çıkan, Gezi’den bir siyaset mühendisliği çıkartmaya çalışan ulusalcı-laik kesimlerin ve sözde aydınların bu ülkede yaşayan diğer insanların güvenini ne kadar sarstığının önemi yok muydu hiç? Şımarıkça, sınıfsal kibirle, sürekli olarak dindarlara parmak sallamanın bu ülkedeki milyonlarca insanı ne kadar yorduğunu hiç düşünüyorlar, buna tenezzül ediyorlar mıydı?

Fabrika ayarları böyleydi. Cumhuriyet bu zihniyet üzerine kurulmuştu ve bu kibir öylesine derinlere işlemişti ki, ummadığınız insanlar bile, demokratikleşmenin bir safhasında havlu atıp, laik cemaatlerinin konforlu ayrıcalıklarına dönüyordu.

Bu ülkede dindarlar yaşıyorlar, varlar ve kendilerine dair her düşünceyi, laikler kadar dile getirmeye hakları var. Bu düşünceler sarsıcı ve laikler tarafından kabul edilemez olsa da… Kimseye samimiyetlerini göstermek, her açıklamaya anında tekzip göndermek zorunda değiller. Başörtüleriyle veya dindarlara dair ne varsa onlarla gelecek, vekil de, cumhurbaşkanı da, yargıç da olacaklar. Düşünce ve ifade özgürlüğünden herkes gibi faydalanacaklar. Fazıl Say’ın homurtuları düşünce özgürlüğüne giriyorsa –ki girmeli-, bir tasavvuf hocasınınkiler de o alana giriyor. Kimsenin düşüncelerine haciz koymaya kimsenin hakkı yok ve bu laikler için de, dindarlar için de geçerli.

Ancak Türkiye’de asıl sorununun ulusalcı-laik şımarıklığı ve gündeme tasallutu olduğu görülüyor.

AK Parti’nin her yasası, Erdoğan’ın her sözü, bilmem kim hocanın her açıklamasının ardından bir rejim krizi çıkarılması artık kabak tadı verdi. CHP çarşaflı kadınlara rozet taktığında, Anıtkabir’de seküler ayin düzenlediğinde bu bir erdem kabul edilirken, dindar bir partinin tavırlarına yönelik başlayan “yaşam biçimlerine tehdit” tartışmalarının ikiyüzlülüğü, yüzeyselliği artık bulantı yaratıyor.

Muhafazakâr varsılların gittiği bir mekâna casus gibi sızıp, tüm din bilgisi cehaletiyle iftar öncesi mescidin boş olmasına suçüstü yapan bir gericilikle yaşamak, bunca gerçek derdimiz için gerekli enerjiyi bu pespayeliğe kurban vermek, bana içi boş irtica tehdidinden daha usandırıcı geliyor. Gezi’den sonra bu zorlama tartışmaların artış göstermesinin de algı mühendisliği olduğunu düşünüyorum. Belki ikinci bir Gezi için cephane biriktirmek gibi bir şey, alttan alta merkez medyada pişiriliyor. Dindarlar da, Ekşi Sözlük’te peygambere hakaret edilmesine mümin sağduyusu ile değil lümpenlikle karşılık verdiklerinde, kâbus başlamış oluyor.

AK Parti’nin icraatlarından bir “İrtica” çıkarmak, bir gerçekliğe değil, bir temenniye dayanıyor. Siyaseti atlayıp, mühendisliğe sığınmanın tembelliği… Evet, bu ülkede yobazlık var, ama bu yobazlığı dindarlar değil, ulusalcı laikler temsil ediyor. O yobazlık sahte bir polis gibi dindarları her kavşakta çeviriyor ve arama yapıyor. Buna hakları yok. Ama büyük bir densizlikle bu bir çağdaşlık mücadelesi olarak sunuluyor.

Ulusalcı laikler, laik dindarlarla eşitliği hazmetmedikleri müddetçe bu ülkede etkili bir siyasi temsiliyet kazanamayacaklar. Mısır’daki darbeye bakıp bakıp iç geçirmekten başka bir teselli de olmayacak onlar için.


31.07.2013 İstanbul.



Geçen yazımda belirtmiştim; artık Montesqiueu’nün ima ettiği tarzda bir kuvvetler ayrılığı ilkesinin çok ötesine taşan bir hal aldı devlet yönetimi. Devletin nasıl sınırlanacağı, güçlü toplumsal sözleşmelerin –anayasaların- nasıl en ideal şekli ile yapılıp devlet aklına hâkim olacağı sürekli karşımıza dikiliyor. Özellikle merkezi yönetimi güçlü ülkelerde “Azınlık haklarının garantiye alınması, çoğunluğun azınlığa, azınlığın çoğunluğa tahakkümüne engel olunması, bu arada siyasetin etkinliğini yitirmemesi, şiddet kullanma tekeline sahip devletin dizginlenmesi, yolsuzlukların önüne geçilmesi, hükümetlerin özgürlükçü kanunlar yapmaya zorlanması” soru(n)ları her zaman gündemde.

İşte tam bu noktada, medya bu hayati eksiği bir “deus ex machina” gibi sahneye inerek doldurmaya aday oldu veya aday gösterildi. Dördüncü kuvvet olarak her şeyi yerli yerine oturtması murad edilen basına bir kutsal rol biçilmişti. Medya, demokrasinin “sandıktan ibaret olmaması” için iki seçim arasında toplumun taleplerini, şikâyetlerini hükümetlere, hükümetin plan ve uygulamalarını da kamuoyuna anlatacak, bu kritik boşluk böylece doldurulacaktı.

Bu kutsal görevin anlamlı olması için, basının tarafsız olması gerekiyordu. Tabii bu --en azından bizim ülkemizde-- mümkün değildi. Medya, gerçekten “demokrasinin sandıktan ibaret olmamasını” sağladı; ama darbelere destek vererek... Tarafsız olma hali ise sadece bir temenniydi. Lakin medyanın ülkemizde bu kadar pespaye hale düşmesi de gerekmiyordu. Türkiye medyasında habercilik başarısı, daha çok sosyal-kültürel-şiddet ve çevre alanlarında gerçekleşti. Parlak istisnaları, bu sektörün en mağduru basın emekçilerini ise saygıyla anıyoruz.

Peki neden böyle oldu?

Türkiye’de basın, dünya ile de paylaştığımız iktidar-medya patronları ilişkisinin ötesinde sorunlara sahipti. Basın, 150 yıldır totaliter rejimin bir uzantısı olarak kurgulanmıştı. Abdülhamid’in jurnal devrinden başlatırsak, İttihatçıların, muhalif gazeteciler Hasan Fehmi ve Ahmet Samim’i katletmesi ile temeli atılan bir dizayndı bu. Gazetecilerin bağımsız olması ideali bir temenniden, ya da arada çıkan birkaç kahramanın yaptıklarından öteye gitmedi. Onlar da ibretlik olması için linç edildiler.

“Gazetecimizin” bilgi kaynakları --çoğunlukla birbiri ile rekabet halindeki-- devletin türlü parçalarının istihbarat ağı veya diğer bürokratik kaynaklardı. Gazeteciliğin işlevi, siyasi, asker ve bürokratlarla kurduğu ilişkiler kananıyla edindiği, işlenmiş, seçilmiş “talimatlar” üzerinden kamu algısı yaratmaktan ibaretti. Bunun illaki bir bilgi içermesi bile gerekmiyordu. Amaca uygun senaryoların topluma gerçek olarak sunulması yeterliydi. Darbe yapılacaksa, bunu 28 Şubat’ta olduğu gibi medya iklimlendiriyordu. Gezi krizinde, sadece çığırtkanlıkla dindar bir hükümeti alaşağı etmek mümkün olmadı. Ama Erdoğan’ı diktatör olarak gösterme konusunda dış dünyada geniş ölçüde başarı kazanıldı. Anlaşıldığı üzere, ülkemizde gazetecilik ve köşe yazarlığı bir algı yaratma mühendisliği olmuştu. Bu güç, vesayete karşı demokrasiye destek verilen istisnai zamanlarda dahi, paradoksal olarak gazeteci ve yazarın gücünü arttırıyordu.

Gazete patronları, köşe yazarları ve gazeteciler, siyasetin her dönem değişmeyen doğal ortağı oldular. Geçmişte, hükümet düşürüp, hükümet kurmuşlar, karakter suikastları yapmışlar, patronlarının menfaati uğruna her türlü operasyonu gerçekleştirmişler ve mükâfatın göz kamaştırıcı olduğu kesin sonuçlar elde etmişlerdi. Medya siyasi manipülasyon üretim merkezi haline gelmişti.

Evet, medya-iktidar ilişkisi sorunluydu. Bugün de sorunlu. Ama AK Parti’nin geçmişte ve Gezi krizinde olduğu üzere, bu sistemin bizzat hedefinde olduğu da unutulmakta. Hükümet ara ara otoriter zihniyete doğru temayül gösterse de, devletin demokratikleşmesinde azımsanmayacak reformlar yaptı. Zaten AK Parti’nin en çok “Reformlara ara vermek” veya “Yeterince hızlı reform yapmamak” ile suçlanması bile, sorunların kaynağının hükümet olmadığı gibi, çözümün bir parçası olmaya daha yakın olduğunu kanıtlıyor. Bu tabloda, sorunu sadece ve sadece “bu” hükümetin döneminde başlayan “bu” hükümetin yanlışları düzeyine indirgemek, basın sorunumuzun da “algı yaratmaya” dönük kullanılması anlamını taşıyor. Eğer birtakım darbe sanıklarının veya neo-darbe heveslilerinin sadece gazetecilik yaptığını düşünüyorsanız, sorun yok. Ama o zaman da, hükümetin aynı mantıkla bu “gazeteci”leri hedef alması, normal bir hükümet tasarrufu sayılmalı.

Tabii, bu arada mümkün olduğu kadar işini iyi ve tarafsız yapmaya çalışan gazeteci ve yazarların, iki taraftan birisinin hışmına uğraması da söz konusu oluyor. Ama --büyük bir pişkinlikle-- o gazetecileri sahiplenme şiddeti, o kişinin hangi kamptan algılandığı ve mağduriyetin o anki kullanım değerine göre değişiyor. Bunun simetrisinde, yeteneksiz gazeteci ve yazarlar da gazeteleri ile ilişkileri kesildiğinde birer demokrasi kahramanı olma fırsatını elde ediyorlar. İşsiz kalan köşe yazarı asla patronunu --nedense-- eleştirmiyor. Hem patrondan yüklü bir “boşanma tazminatı” alıp, hem de demokrasi kahramanı olabilmek için hükümet topa tutuluyor; bu da basın özgürlüğü tartışması olarak pazarlanıyor.

Gazetecinin askerin ağzına bakmasıyla, siyasetçinin ağzına bakması arasında fark yok. Zaten eskiden askerin gözünün içine bakan gazeteci tipi, şimdi siyasinin göz bebeklerinden medet umuyor. Önemli olan iktidarda kimin olduğu. “Hükümet daha sorumlu” gerekçesi fiiliyatta pek geçerli değil; çünkü sorumluluk sahip olunan güçle orantılıdır. Geçmişin darbeleri ve Gezi krizinde ürettiği orantısız güç, hükümetin karşısında mevzilenen medyanın sorumluluğunun ölçüsünü veriyor. Sanırım bu sorumluluk azımsanacak gibi değil. Öyle ki, Gezi krizinde halk desteği ve güçlü bir lider söz konusu olmasaydı, bugün muhtemelen bir teknokrat geçiş hükümeti tarafından yönetiliyor olacaktık.

Eğer dert “Erdoğan’a vuracak” değerli bir kart yaratmak değil de, gerçekten medya özgürlüğü ise, konuyu bu bütünlükle ele almak, belki doğru bir başlangıç olabilir. Hükümeti eleştirdiği gibi, medyayı, kendisini, patronları kıyasıya eleştirmeyen, özeleştiri ve özür içermeyen bir tartışma itibarlı olmayı hak etmiyor.

Alıcısı da sadece kolonyal gözlüklü, operasyonel amaçlı ya da bilgisiz yerli ve yabancılar oluyor.

25.07.2013 İstanbul




20.07.2013 tarihli “Erdoğan’ın değeri nereden geliyor” başlıklı yazımda, Başbakan Erdoğan’ın tarihî bir lider olduğunu, o ve partisinin değerinin, müesses nizam ile olan mücadelede reformcu kimliğe yaklaşıp uzaklaşması ile artıp azaldığını iddia etmiştim. Bu yazıda bu konuyu ilerletmek ve tamamlamak istiyorum.

Bana göre, Türkiye için 12 Eylül 2010 Anayasa Reformu siyasi bir milatsa, Gezi Krizi de toplumsal miladı ima etmekte. Yani milatlar karşılıklı olarak tamamlandı. Milat bu bağlamda, eski ile köprülerin atıldığı, yeni bir dönemin başladığını bize anlatır. Bizler genellikle önemli bir şeyler olduğunu hisseder, ama hâlâ eskinin devam ettiğini düşünürüz. Çevremizde, ülkede, devlette çoğu şey eskisi gibi devam etmekte gibi görünür çünkü. Ama önemli bir “şey” olmuştur.
Gerçekten de, bir on sene sonra, Gezi ile birlikte 2002’den itibaren olan tüm şeylerin Türkiye’yi ve bölgeyi ne kadar derinden değiştirdiğini daha iyi görebileceğiz. Bu değişimin nasıl olacağını ise bizler tayin edeceğiz. Hep birlikte. Bize dair tercihlerle.

Türkiye gibi pozitivist-bütünlükçü bir mühendislikle kurulmuş sanal demokrasilerde, düzeni genellikle “ötekileri” mobilize eden Erdoğan gibi tarihî-karizmatik-cesur-sıradışı liderler değiştirir. Bu durum, çoğunluk “yeni bir tür totaliterlik” veya “yeni bir diktatörlük” olarak –özellikle müesses nizam destekçileri tarafından- gönüllü biçimde karıştırılmaya müsaittir. Çünkü gerçekten de bu türden liderler, idealar dünyamızdaki demokrasinin kodlarına uyan bir karakterle –ne iyi ki- her zaman uyumlu değildir. Bu da kafaları karıştırmaya müsait bir sürü çelişkiler yumağı ile uğraşmamıza neden olur. Aslında çelişkiler düzene dairdir ama biz ona alıştığımız için fark etmeyiz pek.

Eski çağlarda yaşamadığımız için –ne iyi ki- bu itirazlar kanlı karşılaşmalara, yüzyıl savaşlarına dönüşmez. Ama bu “bir tür iç savaş” yaşanmadığını da göstermez.

Çünkü eski sınıflar –cumhuriyet kesimleri- imtiyazlarını “ötekiler” ile paylaşmayı arzu etmezler. Bu eğilim doğal olandır. Eşit olmamaya yönelik bu isteksizlik, bu açıklıkta ifade edilmeyeceği için imtiyazların kaybını sağlayan reformların “antidemokratik”, “totaliter”, “hukuka aykırı” olarak gösterilmesi üzerinden bir mücadele sürer. Bu aslında bir iç mücadelenin “çağımıza uygun” şekilde ambalajlanmasıdır. Bu arada, değişimi talep eden ahlaki üstünlüğü elinde tutmaktadır. Çünkü, zaten değişimi sağlayan dinamizmi, toplumda müesses nizamın ahlaksızlığının kendini saklama kabiliyetini yitirmiş ve ortaya çıkmış olması sağlar. Bu bir tür devrimci durumun özetidir.

Bu çok sert bir savaştır ve savaşı genellikle ciddi bir çoğunluğu arkasına alan Erdoğan gibi bir liderin, eski totaliterliğin kalelerini teker teker yıkması ile verdiği görülür. Savaş kirlidir. Müesses nizam hâlâ devletin çoğu kurumuna hâkimdir. Savaşın, rakibin alanında, onun silahlarıyla verilmesi gerekir. Gücü elinde toplayan liderin, bu mücadelenin sonundaki toplumsal uzlaşma ile varılacak demokratik ülkenin değil, bir geçiş döneminin önderi olduğu göz ardı edilir. Bir ülkede totaliter devlet geleneğinin yıkılması için, liderin gücü geçici bir süre elinde toplayacağı ara dönemlere ihtiyaç vardır. Bu bir temenni, çelişki veya ahlaksız bir teklif değildir; tarihsel bir gerçekliğe denk gelen bir tesbittir.

Yeni güç devleti yeniden kurarken, eski devletin yüzyıl boyunca kendi totaliterliğinin devamı için kurguladığı kurumlara karşı savaş açar; bu kurumların karşısına benzer güce sahip, onun “anladığı dilden konuşan” kendi kurumlarını koymaya çalışır. AK Parti döneminde oluşturulan “yandaş medya” da müesses nizamın koruyucusu merkez medya karşısına bu mantıkla konur ve aynı yöntemleri kullanır. Yargıdaki kadrolaşma da hakeza öyledir. Demokratik ambalajlı bir totaliterliği, demokrasi ambalajlı liberal bir total güçle yenmek, verili durumdur.

Bu arada Montesqiueu’nün eski “kuvvetler ayrılığı” ilkesi tüm dünyada paramparça olmuştur ve bu karmaşık konu her demokratik ülke için evrensel bir sorundur. Hatta Erdoğan gibi geçiş dönemi liderlerinin, reformlara engel olduğu gerekçesiyle “yargı bağımsızlığından” şikâyet ettiği bile görülür. Çünkü, o yargı müesses nizamın bir aygıtını ima etmektedir. Kafalar gerçekten karışmıştır. Müesses nizam, kendi toplumsal kesimlerine bir tür “zihinsel kamulaştırma” uyguladığı için, reformların aslında kendilerine de yaşam kalitesi getireceğini anlamak istemezler. Bizatihi o reformların onların hayatına kattığı kaliteden faydalanırken böyle davranmaları, zihinlerin, ideoloji tarafından yaratılmış sembolik evrende yaşıyor olmasındandır. Bu nedenle, bu kesimlerin TBMM’deki temsilcisi CHP’nin durduğu irrasyonel yer, onları rahatsız etmez. Rahatsızlık, daha çok iktidar olunamamasınadır. Hükümetin antidemokratik yöntemlerle yıkılacağına dair inanç hâlâ etkilidir ve ahlaki çelişki ihmal edilebilir bir boyuttur.

Büyük aklı temsil eden Kemalist devlet, tüm küçük akılların –bireylerin- nasıl düşünmesi, nasıl eylemesi gerektiği planlandığı için, sadece cumhuriyet kesimlerinde değil, AK Parti tabanında da değişim bazen zorlayıcıdır. Çözüm Süreci’nde milliyetçilik ortak kodunun hükümeti –oy kaybı ile- çok zorladığı gibi… Hükümet, reform sürecinde hep bu ikilemi yaşayacak, her krizde ve seçim öncesinde eski kodlara dönme temayülü gösterecektir. Bu bir tür soluklanma gibidir. Eski düzende, eski devletin eylemlerine kimsenin itiraz etmemesi, fırsatını bulduklarında aynı şeyi yapacak ve yapmış olmalarındandır. Totaliter devlet, bireyleri kendi suçlarına ortak eder ve ganimeti onlarla kademeli oranlarda paylaşır. Bu bir tür ahlak kaybıdır. Bu ahlaki kayıp, sadece cumhuriyet kesimlerinin değil, “ötekilerin” de paylaştığı durumdur. Reformlar sürecinde bu ahlak kaybı ciddi bir sorundur.

Erdoğan ve AK Parti’nin son 10.5 yılda yaptıkları gerçekten ciddi bir başarıyı ve övgüyü hak ediyor. Tüm artıları ve eksileri ile ciddi bir mücadele verilerek 2013 baharına kadar gelindi. 12 Eylül referandumu da, vesayetin sinen askerden sonra en güçlü kurumu olan yargıyı kökten değiştirdiği için siyasi bir milat oldu. Bu aslında, adına kibarca “kutuplaşma” dediğimiz iç savaşı ötekilerin kazandığı anlamına da geliyordu. Bu noktada, “ideal” olan, AK Parti ve Erdoğan’ın bu miladı fark etmesi ve cumhuriyet kesimleri ile “barış” imzalaması olacaktı. Çünkü, -kavramları bilerek sert kullanıyorum- bir savaşı kazandığınız halde, yendiğiniz kesimlerle savaşa devam ederseniz, ahlaki üstünlüğünüz aşınmaya başlar. Kimse adını bu açıklıkta henüz koyamıyor olsa da, cumhuriyet kesimleri için “yenilgi”, yani ötekilerle eşitlik ile uzlaşılmaya daha hazır hale gelinmiştir. Şimdi bu hazır hale gelişin gereklerini yapmak ve artık herkes için demokratik reformları sürdürmek gerekir. Üstelik daha demokratik olarak ve eski devletin silahlarını, ahlakını ve yöntemleri artık terk ederek. Aslında, bu durum demokrasi eşiğinin yükseltilmesi için altın bir fırsattır.

Hükümet 2010 referandumundan sonra bu geçişi yapamadı. Asıl krizimiz budur. Bunun üzerine, AK Partili olmayan kesimler, CHP’yi silerek toplumsal aktör haline geldi. Gezi’ye gerçekten daha fazla özgürlük için çıkan gençler, yurttaşlar, bize çok önemli bir fırsat verdi. Bir toplumda özgürlük talebinden daha değerli bir şey olamaz. Bu talep, bireyi ve değişimi önceleyen bir hükümet için de bulunmaz bir fırsattır. Gezi bize, verili demokrasi düzeyimizin, verili medyanın, verili aydın tipinin, verili devlet biçiminin artık kalp yetmezliği yaşadığını göstermiştir. Hükümet, reformcu kimliği ile eski devlete dönüş reflekslerini artık birarada taşımakta daha zorlanacaktır. Bu bir çelişkidir ve giderilmezse çelişkiden negatif olan taraf faydalanır.

Pozitivist Kemalistler, “büyük akıl” olarak insanlar için en iyiyi bildiklerini düşünerek, toplumun kendiliğinden kendi demokrasi geleneğini oluşturmasına 90 yıl ara verdiler, mühendislik uyguladılar. Sonuç, 2002-2010 dönemi oldu. Demek ki, hükümetin bunun tersini yapması, demokrasi ve özgürlük taleplerine yol vermesi gerekiyor. Aslında devletin liberal anlamda tanımı da budur. Ronald Reagan, Jimmy Carter’ı devirip başkan olduğunda yaptığı ilk konuşmada şöyle demişti: “ABD’nin gücü ve diğer dünya devletlerinden daha zengin olmasının nedeni, bu topraklarda daha önce hiç olmadığı kadar geniş ölçüde insanların enerjilerini ve bireysel kabiliyetlerini serbest bırakmış olmasıdır.” Yine Reagan “Mevcut krizde sorunumuzun çözümü devlette değildir. Sorunun kendisi devlettir” de demişti.

Bu da, devletin mümkün olduğun kadar küçültülmesini ve merkezî yönetim gücünün yerel yönetimlere devredilmesini ima ediyor. Hayek’e göre, herkesin devletten göreceği davranışın eşit olması, en gerçekçi eşitlik tanımıdır ve devletin görevi bunu sağlayacak kanunları yapmakla sınırlı olmalıdır. İnsanlar devletten iyi olan şeyleri yapmasını bekleyemez. İnsan hayatı kısıtlı bir süredir. Özgürlükler, bireyin devletin bazı eylemlerini yapmasını engelleme girişiminde bulunması ile gelişir. 3 Kasım 2002 devrimi ve Gezi’de olan şey de budur. İdeal durumda bunu muhalefetin yapması gerekiyordu.

Gezi bu yönüyle hem bir fırsat, hem de ciddi bir risk içeriyor hükümet için. Ülkenin idaresinde “kendiliğinden doğan ve doğacak sivil hareketler ve sivil toplumun önünün açılması” basit ve geçerli formülü ima ediyor. Örneğin kent siyasetinde bu anlamda bir zihinsel reform, hem hükümete cesaret verecek, hem de AK Partili olmayan kesimler ile yakınlaşma sağlayacaktır. AK Parti, aslında kendi seçmen tabanına bunu uygulamıştı. Şimdi aynı yöntemi tüm toplumsal kesimlere yayması gerekiyor. Bunu yapabilirse, hem Çözüm Süreci barışla daha rahat sonuçlanır, hem de hükümet bir on yıl daha ülkeyi yönetmenin meşruiyetini yeniden kazanır.

23.07.2013 İstanbul

 Markar Esayan



 



Bugün Anadolu tecrübesinin yerine aynı cemaat, kulüp ve kasttan olma anlayışı egemen kılınmıştır. 28 07 2013 pazar Tuz kokarsa… Her yıl Ramazan ayında iç gündemin tartışmaları genelde dini konularda yapılmaktaydı. Bu yıl bir olay istisna dini tartışmalar gündem oluşturmadı. Bir kısım dini sorulara verilen cevaplar da magazinsel bir tarzda ele alındı. Bunlar da 'oruçlu denize girilir mi ve sakız çiğnenir mi' tarzındaydı. Gündem oluşturan esas tartışma sahurun vaktiyle ilgiliydi. Bir ilahiyatçıya göre Diyanet sahuru erken sonlandırmakta ve insanlar birkaç saat uzun oruç tutmaktaydı. Üzülerek gördük ki, kuruma yönelik eleştiri olduğundan tahammül edilir bir düzeyde karşılanmadı. İddia sahibine yönelik televizyon programını sabote etmek olmak üzere olumsuz davranışlar sergilendi. Oysa bundan önce ilahiyatçılar arasında daha karmaşık ve gelenekselleşmiş uygulamalara yönelik eleştirilere gerekli müdahale yapılmamıştı. Son yıllarda toplumda tahammül kültürünün zayıflamakta olduğunu görmekteyiz. Bir kişinin kendisine göre doğru ama başkasına göre yanlış algılanan bir konu üzerinde kişinin olayı açıklamasına bakılmadan veya gerekçesini dinlemeden hemen karşıt bir kampanya ile linç tavrı devreye girmektedir. Anlaşılan odur ki insanlar artık birbirlerini dinlemiyor, herkes duymak istediği sese kulak kesiliyor. Herkes karşısındakini anlama ve ikna etme gayretinden çok boyun eğdirme ve ötekileştirme yarışı içinde. Oysa Anadolu kültürü farklı inançların, kültürlerin, etnik yapıların ve dillerin bir arada yaşama temelinde oluşmuştu. Bugün Anadolu tecrübesinin yerine aynı cemaat, kulüp ve kasttan olma anlayışı egemen kılınmıştır. Bu durum ortamda sahici davranışları azaltmış, bunun yerine yapay ve ikiyüzlülüğü artırmıştır. Gelişen olaylar üzerine yapılan 'olaylar bazılarının maskesini düşürmüştür' yorumları geldiğimiz noktayı dramatik biçimde açıklamaktadır. Merak ediyorum; nasıl bir davranış içindeyiz ki karşımızdaki insan bizim yanımızda gerçek kimliğini maskeleme gereği duyuyor. Bu durum bizim tutumumuzdan mı kaynaklanıyor yoksa karşımızdakinin kişilik zaafı mı? Hangisi daha baskın? İnandığımız din ve yaşadığımız coğrafyada ki kültür, insanların birbirlerinin yüzüne hakaret ve küfrün dışında, edep dairesi içinde her şeyi söyleyebilme cesareti sağlıyordu. Birlikte yaşamanın getirdiği bir hukuk vardı. Bir yerde çok yüzlü veya maskeli türler türemiş ise orada arızalı bir durum vardır. Bu arızalı durumun giderilmesi; itaatkâr, tabi ve tebaa insanların yetişmesiyle değil, kimlikli, kişilikli, haksızlık karşısında tavır alan, sorgulayan, eleştiren, iyiliği teşvik eden ve kötülükten sakındıran insanların yetiştirilmesiyle mümkündür. Öyle bir an içinde yaşıyoruz ki iyilik, doğruluk ve dürüstlük haber değeri taşımaya başladı. Oysa iyilik, doğruluk ve dürüstlük insan olmak, insan kalmanın gereğidir. Yalnızlaşmanın ve içe kapanmanın arttığı, örnek insan veya rol modellerin azaldığı bir dünyaya evirildik. Dini sorunlarımızı çözmek ve anlayışlarımızı zenginleştirmek için atanan insanlar kötülüğü, fesadı ve fitneyi çoğaltıyorlarsa artık tuz kokmuştur. İslam'ın iki şartı vardır: birincisi iman etmek, ikincisi iyilik yapmaktır. Görevimiz iyilik yapmak, iyiliği teşvik etmek ve kötülüğü önlemektir. Bugün başkalarının kötülüklerini anlatarak, iyiliği yaygınlaştırmaktan çok kötülüğe meşruiyet kazandırıyoruz. Hz Peygamberimiz (sav) 'Bir kul, bu dünyada başka bir kulun ayıbını örterse, kıyamet gününde Allah da onun ayıbını örter' diye buyurdu. Hz. Mevlana şöyle der: 'Cömertlik ve yardım etmede akarsu gibi ol Şefkat ve merhamette güneş gibi ol Başkalarının kusurunu örtmede gece gibi ol Hiddet ve asabiyette ölü gibi ol Tevazu ve alçakgönüllülükte toprak gibi ol Hoşgörürlükte deniz gibi ol Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol.' Alija der ki: Dünyanın bütün büyük dinleri şu basit hakikati öğretmeye çalışır ve hakikatler basittir. Sana yapılmasını istemediğin şeyi başkasına yapma. Ya da öyle hareket et ki, davranışların herkes için geçerli olsun; ne sana göre değişsin ne de başkalarına göre… SÜLEYMAN GÜNDÜZ 28 07 2013