Tek umutları hükümeti zorbalaştırmak.
Globalleşen dünyada, demokrasiler de ancak global bir destek, onay, hayırhah bir tutum ya da en kötüsünden tarafsız bir tutumla çevrelendikleri takdirde rahatça gelişip derinleşebiliyor. Aksi durumda, yani düşmanca bir tutumla sarmalanmış, tecrit edilmiş bir demokrasinin işi gerçekten çok zor.
Bunu söylerken sadece global dünyanın siyaset sınıfını kastetmiyorum; aynı zamanda ve daha önemli olarak dünya kamuoyunu kastediyorum. Zaten artık iç ve dış kamuoyunun arasındaki sınırların kalktığı; istikrarlı bir iktidar için hükümetlerin sadece iç kamuoyunda değil, dünya kamuoyunda da meşruiyet aramaları gereken bir çağdayız.
Artık ne sandık ne de darbe umudu olmayanlar da bu gerçeği çok iyi bildikleri için, geriye kalan son silahlarını çektiler. Epey bir süredir, var güçleriyle dünya kamuoyunun AK Parti hükümetine karşı cephe alması, iktidarın uluslararası tecride sürüklenmesi için yoğun bir çaba içindeler. Bunu başarabilmelerinin tek yolu ise hükümeti zorbalaştırmak...
Gerek haftalardır propagandası yapılan "Ekim ayaklanması"nın, gerekse Silivri'yi meydan savaşına çevirme planlarının arka planında bu umut var. Eski düzeni geri getirme sevdasında olanlar hükümetin hata yapmasının pususuna yatmış durumdalar. Hükümet telaşlanacak, saldıracak, zorbalaşacak, haksız zemine düşecek ve biraz daha tecrit olacak...
AK Parti hükümetinin bu planı görmediğini düşünemeyiz. Ne var ki, Silivri'deki karar duruşmasına girişin yasaklanması, plan görülse bile yeteri kadar ciddiye alınmadığını gösteriyor.
Yarınki (size göre bugünkü) tabloyu görür gibiyim...
Bir yanda Silivri'ye varmak için her yolu denemeye kararlı militan CHP'liler ve İşçi Partililer... (Ulusal kanal spikerinin Gezi olayları sırasında ağzından kaçırdığı gibi) günün, çok sayıda yaralı hatta mümkünse "ünlü" yaralı, hatta ölümle kapanmasından daha fazla hiçbir şey istemiyorlar...
Öbür yanda ise, Silivri'de kuş uçurtmamaya kararlı, alınan kararın uygulanmasında en ufak bir zaaf yaşanmasına tahammülü olmayan, tahkimatını kurmuş, bütün yolları kesmiş, bütün çıkışları kapatmış güvenlik güçleri...
Bunun sonucu, mutlak çatışma, mutlak şiddettir... Silivri'de değil ama şehrin her yerinde sokak gösterileri, çatışmalardır...
Demokrasi düşmanlarına haklı zemin kazandırmak
Diyeceksiniz ki bu grupların Silivri'ye gitmelerine izin verilse aynı çatışmalar orada olacaktı. Hem salonda olay çıkaracak, karga tulumba dışarı atılmanın, hatta birkaç yumruk yemenin "başarısını" yaşayacak hem de dışarıda polisle, jandarmayla çatışacak, barikatları yıkmaya çalışacak, yine "mümkün olduğu kadar çok" yaralı vermeye uğraşacaklardı. Ve yine bu olayları iç ve dış kamuoyunda hükümetin "zorbalaşmasının" delili olarak kullanacaklardı.
Doğrudur; amaçları hükümeti şiddet ortamına çekmek olanlar, aynı şeyi Silivri'de yapacaklardı. Ama o zaman haksız zeminde olanlar onlar olacaktı. Kendilerine tanınan yargılamayı izleme hakkını kötüye kullanan, duruşmayı engelleyen, bağımsız yargıyı baskı altına alan şiddet taraftarı bir kitle durumuna düşeceklerdi. Bugün ise demokratik bir hakkı, Silivri sanıklarının açık yargılanma hakkını savunmak üzere sokaklara dökülmüş ama "zorbalaşan iktidarın" şiddetiyle karşılaşmış mağduru oynayacaklar. Ve hiç şüpheniz olmasın ki, bu tabloyu yurtdışında bol bol pazarlayacaklar.
Hükümet Silivri'de "zaaf içinde bir iktidar" görüntüsü vermemek için, "testi kırılmadan" tedbir alma yolunu seçti. Ama bu onun bir başka zaafa düşmesine yol açtı: Açık yargılanma hakkını ihlal etmiş bir hükümet durumuna düştü. Demokrasi düşmanlarına haklı zemin kazandırdı.
Güçlü iktidar, demokratik hakların kullanılmasını engellemeden ama düzeni sağlamakta ve yasa dışına çıkanları durdurmakta en küçük bir zaaf göstermeyen iktidardır.
Marifet bu ikisini birlikte gerçekleştirmektir.
Gülay GÖKTÜRK 05 Ağustos 2013 Pazartesi
Haber Lisânı Dili Sosyalmedya Tarihi Sebepler birer perdedirler.
Asıl iş gören, perde arkasında Kudret-i ilahiyedir.Nargilesi ve kahvesiyle yaşlı bir Osmanlı köylüsü... (1890)
Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı
31 Temmuz 2013 Çarşamba
Laiklerin usandıran şımarıklıgı 31 07 2013 Mısır’daki darbeye bakıp bakıp iç geçirmekten başka bir teselli de olmayacak onlar için
Laiklerin usandıran şımarıklıgı
Cumhuriyet’in kuruluşunda dine karşı ciddi bir antipati ve kibirli
bir bakış temel ideolojik karakterdi.
Pozitivist, radikal aydınlanmacı
İttihatçılar ve onların B takımı Mustafa Kemal ile arkadaşları,
Osmanlı’nın yıkılış nedenini, İslam’ın akıl ve çağdışılığına
bağlamışlardı.
1793’te Jakobenlerin bir süre Hıristiyanlığı
yasaklamalarından feyz aldıkları belliydi. Maalesef Türkiye’nin koyu
dindar halkları böyle bir şeyi kabul edecek olgunlukta değildi henüz. O
nedenle sadece İslam’ın kamulaştırılmasına girişildi. Avrupa’nın dini
sadece “öteki” dünyaya değil, başka bir evrene postalamış olması ne iyi
olmuştu! Bu sayede Avrupa cenneti akıl aracılığı ile yeryüzüne indirmiş,
zenginliğe, adalete bu dünyada yaşarken de ulaşılabileceğini
göstermişti. Bolşevikler de aynı yoldan gidiyor, Ortodoks-Çarlık
arkaizmini dini çökerterek aşıyorlarsa, bunda bir hikmet olmalıydı.
Rasyonel Batı, arkaik Doğu’yu teslim almış ve Doğu bu üstünlüğü kabul
etmişti. Artık Batı’yı taklit etmekle ondan nefret etme arasında
debelenmekten başka bir şey yapamayacaklardı.
Ama madalyonun diğer yüzü pek de öyle değildi. Radikal aydınlanma
yeryüzüne cenneti indirmişti ama, bu bölge nedense Avrupa olmuştu.
Avrupa’ya cennet inerken, aynı anda Güney Amerika, Afrika ve Asya’da
cehennemler kuruluyordu. Soykırımlar çağı açılmıştı ve aynı akıl,
insanların nasıl daha hızlı, ucuz ve çok sayıda katledilebileceğinin
icatlarını da yapıyordu. Dünya Savaşlarında yaşanan aşkın vahşeti gören
Woolf, Yesenin, Kleist, Mayakovski ve Trakl gibi aydınlar arkalarında
hüzünlü eserler ve notlar bırakarak intihar ediyorlardı. Birinci ve
İkinci Dünya savaşları arasında aydınlar arasında tam bir intihar
patlaması yaşanmıştı. Bütün değerleri ve idealleriyle Avrupa kültürünün
modern Hitler faşizmi altında yok olduğu gerçeğiyle yüzleşmek onlar için
mümkün değildi. Yüzleşmek yerine ölüm daha yeğdi.
Ve şu din denen şey bir türlü ölmüyordu. Hayalet gibi sürekli geri geliyordu…
Dünya savaşlarında 70 milyon insan öldü. Stalin tek başına 20 milyon
insanı katletti. Soykırımlar, bugüne kadar devam ediyor. Soykırım bir
Batı teknolojisidir. Evet, o da buhar makinası gibi modern bir icattır.
Sadece 20. yüzyılda, insanlık tarihinin toplamından daha fazla insan öldürülmüştür.
Taliban’ın esirlerin kafasını kesmesi ile Afganistan’da, Pakistan’da
ABD helikopterlerinin sivilleri, çocukları füzeyle parçalaması arasında
sadece “şıklık” nüansı vardır. Asıl fark sayılardadır. 11 Eylül
saldırılarında öldürülen insan sayısı ile bunun yol açtığı Irak
işgalindeki katliamın boyutu mukayese bile kabul etmez. Ama modern akıl,
diğerini daha vahşi ve yıkıcı gösterir. Allah adına cihat arkaiktir
ama, demokrasi adına bir milyon Iraklı’nın katledilmesi farzdır.
Bu çifte standart bir türlü sorgulanmaz. Aklın ve ruhun insan denen
bütünü oluşturduğu ve insanın erdemleri olduğu kadar, karanlık bir
doğaya da sahip olduğu ihmal edilir. İyiler Batı’ya, kötüler Doğu’ya
atfedilir sürekli.
Dinin tüm kötülüklerin anası, aklın da her derdin devası olduğu bir
saplantı haline gelmiştir ve bu konunda Batı da, ülkemizdeki güzide
laiklerimiz de yüzyıldır çok fazla yol kat edemedi. Bir Avrupalı yazar,
sohbetimizde, dindarları tehdit ve hakir görmenin, demokrasinin temel
değerleri ile çeliştiğini kabul etmek zorunda kaldığında, “Biz dinin
dönüşü ile birlikte, reform ve aydınlanma ile kazandıklarımızı
kaybetmekten, karanlık çağlara geri dönmekten korkuyoruz” diyerek çifte
standardını meşru göstermeye çalışmıştı. Peki, o yüce akıl, akıl dışı
korkulara neden derman olamıyordu ki! Belki de bunu anlamak için
psikanaliz gerekliydi. Akıl ile korku, önyargı ve saplantı yan yana şık
duruyor muydu hiç!
Bu çelişki kendisini son olarak Mısır’da gösterdi. Batı, seçilmiş
önyargısı ile kendi değerlerini çiğnedi ve ahlaksız, kanlı bir darbeyi
destekleme seviyesine kadar indi. Türkiye’de de buna paralel bir
ahlaksal-ilkesel düşkünlük sergilendi.
Eş zamanlarda, Türkiye’de Ramazan’la birlikte yine din tartışmaları
gündeme oturdu. Bir tasavvuf hocası, hamile kadınların sokakta
yürümelerinden terbiyesizlik olarak bahsetti mesela. Üstelik devlet
kanalı TRT’de! Bunun üzerine kıyamet koptu. Böyle bir şey nasıl olur da
söylenebilirdi? AK Parti’nin yönettiği Türkiye’de yaşam biçimleri yine
büyük saldırı altındaydı. Neden Müslüman camia bu adama yeterli hızda
haddini bildirmemiş, neden güvenleri sarsmış, demokrasiye sadakatini
göstermemişti? Gezi krizi boyunca boşuna mı “Erdoğan istifa!” denmişti?
Bir ispat daha gelmişti işte!
Hayır, hükümetin çağdaş-laik-demokratik kadınları eve hapsetme
hamlesine karşı konacaktı! Onurlu seküler direniş başlamıştı.
“Direnhamilekadın” tag’ları, “Hamile de kalırım, sokağa da çıkarım”
sloganları hazırdı.
İslam’ı eleştirmek, hatta hakaret etmek düşünce ve ifade özgürlüğüne
giriyordu ama, aynı yüksek standart dindarlar için uygulanamazdı. Kural
öyleydi. Öyle kabul edilmeliydi. Ayıptı. Hatta sorgulanmamalıydı. O
kadar!
Peki, bu samimiyet testini yapma hakkını laiklere kim veriyordu?
Çifte standardı demokrasi, çağdaşlık diye yutturmak değil miydi bu? Bu
hiyerarşiyi kim dayatıyor ve bunu ne hakla yapıyordu? Son on yıldır, her
türlü darbeye, reformlara, Ergenekon, Balyoz sanıklarına kalpaklı
bayrağını kapıp sokaklara dökülerek sahip çıkan, Gezi’den bir siyaset
mühendisliği çıkartmaya çalışan ulusalcı-laik kesimlerin ve sözde
aydınların bu ülkede yaşayan diğer insanların güvenini ne kadar
sarstığının önemi yok muydu hiç? Şımarıkça, sınıfsal kibirle, sürekli
olarak dindarlara parmak sallamanın bu ülkedeki milyonlarca insanı ne
kadar yorduğunu hiç düşünüyorlar, buna tenezzül ediyorlar mıydı?
Fabrika ayarları böyleydi. Cumhuriyet bu zihniyet üzerine kurulmuştu
ve bu kibir öylesine derinlere işlemişti ki, ummadığınız insanlar bile,
demokratikleşmenin bir safhasında havlu atıp, laik cemaatlerinin
konforlu ayrıcalıklarına dönüyordu.
Bu ülkede dindarlar yaşıyorlar, varlar ve kendilerine dair her
düşünceyi, laikler kadar dile getirmeye hakları var. Bu düşünceler
sarsıcı ve laikler tarafından kabul edilemez olsa da… Kimseye
samimiyetlerini göstermek, her açıklamaya anında tekzip göndermek
zorunda değiller. Başörtüleriyle veya dindarlara dair ne varsa onlarla
gelecek, vekil de, cumhurbaşkanı da, yargıç da olacaklar. Düşünce ve
ifade özgürlüğünden herkes gibi faydalanacaklar. Fazıl Say’ın
homurtuları düşünce özgürlüğüne giriyorsa –ki girmeli-, bir tasavvuf
hocasınınkiler de o alana giriyor. Kimsenin düşüncelerine haciz koymaya
kimsenin hakkı yok ve bu laikler için de, dindarlar için de geçerli.
Ancak Türkiye’de asıl sorununun ulusalcı-laik şımarıklığı ve gündeme tasallutu olduğu görülüyor.
AK Parti’nin her yasası, Erdoğan’ın her sözü, bilmem kim hocanın her
açıklamasının ardından bir rejim krizi çıkarılması artık kabak tadı
verdi. CHP çarşaflı kadınlara rozet taktığında, Anıtkabir’de seküler
ayin düzenlediğinde bu bir erdem kabul edilirken, dindar bir partinin
tavırlarına yönelik başlayan “yaşam biçimlerine tehdit” tartışmalarının
ikiyüzlülüğü, yüzeyselliği artık bulantı yaratıyor.
Muhafazakâr varsılların gittiği bir mekâna casus gibi sızıp, tüm din
bilgisi cehaletiyle iftar öncesi mescidin boş olmasına suçüstü yapan bir
gericilikle yaşamak, bunca gerçek derdimiz için gerekli enerjiyi bu
pespayeliğe kurban vermek, bana içi boş irtica tehdidinden daha
usandırıcı geliyor. Gezi’den sonra bu zorlama tartışmaların artış
göstermesinin de algı mühendisliği olduğunu düşünüyorum. Belki ikinci
bir Gezi için cephane biriktirmek gibi bir şey, alttan alta merkez
medyada pişiriliyor. Dindarlar da, Ekşi Sözlük’te peygambere hakaret
edilmesine mümin sağduyusu ile değil lümpenlikle karşılık verdiklerinde,
kâbus başlamış oluyor.
AK Parti’nin icraatlarından bir “İrtica” çıkarmak, bir gerçekliğe
değil, bir temenniye dayanıyor. Siyaseti atlayıp, mühendisliğe
sığınmanın tembelliği… Evet, bu ülkede yobazlık var, ama bu yobazlığı
dindarlar değil, ulusalcı laikler temsil ediyor. O yobazlık sahte bir
polis gibi dindarları her kavşakta çeviriyor ve arama yapıyor. Buna
hakları yok. Ama büyük bir densizlikle bu bir çağdaşlık mücadelesi
olarak sunuluyor.
Ulusalcı laikler, laik dindarlarla eşitliği hazmetmedikleri müddetçe
bu ülkede etkili bir siyasi temsiliyet kazanamayacaklar. Mısır’daki
darbeye bakıp bakıp iç geçirmekten başka bir teselli de olmayacak onlar
için.
31.07.2013 İstanbul.
Geçen yazımda belirtmiştim; artık Montesqiueu’nün ima ettiği tarzda
bir kuvvetler ayrılığı ilkesinin çok ötesine taşan bir hal aldı devlet
yönetimi. Devletin nasıl sınırlanacağı, güçlü toplumsal sözleşmelerin
–anayasaların- nasıl en ideal şekli ile yapılıp devlet aklına hâkim
olacağı sürekli karşımıza dikiliyor. Özellikle merkezi yönetimi güçlü
ülkelerde “Azınlık haklarının garantiye alınması, çoğunluğun azınlığa,
azınlığın çoğunluğa tahakkümüne engel olunması, bu arada siyasetin
etkinliğini yitirmemesi, şiddet kullanma tekeline sahip devletin
dizginlenmesi, yolsuzlukların önüne geçilmesi, hükümetlerin özgürlükçü
kanunlar yapmaya zorlanması” soru(n)ları her zaman gündemde.
İşte tam bu noktada, medya bu hayati eksiği bir “deus ex machina”
gibi sahneye inerek doldurmaya aday oldu veya aday gösterildi. Dördüncü
kuvvet olarak her şeyi yerli yerine oturtması murad edilen basına bir
kutsal rol biçilmişti. Medya, demokrasinin “sandıktan ibaret olmaması”
için iki seçim arasında toplumun taleplerini, şikâyetlerini hükümetlere,
hükümetin plan ve uygulamalarını da kamuoyuna anlatacak, bu kritik
boşluk böylece doldurulacaktı.
Bu kutsal görevin anlamlı olması için, basının tarafsız olması
gerekiyordu. Tabii bu --en azından bizim ülkemizde-- mümkün değildi.
Medya, gerçekten “demokrasinin sandıktan ibaret olmamasını” sağladı; ama
darbelere destek vererek... Tarafsız olma hali ise sadece bir
temenniydi. Lakin medyanın ülkemizde bu kadar pespaye hale düşmesi de
gerekmiyordu. Türkiye medyasında habercilik başarısı, daha çok
sosyal-kültürel-şiddet ve çevre alanlarında gerçekleşti. Parlak
istisnaları, bu sektörün en mağduru basın emekçilerini ise saygıyla
anıyoruz.
Peki neden böyle oldu?
Türkiye’de basın, dünya ile de paylaştığımız iktidar-medya patronları
ilişkisinin ötesinde sorunlara sahipti. Basın, 150 yıldır totaliter
rejimin bir uzantısı olarak kurgulanmıştı. Abdülhamid’in jurnal
devrinden başlatırsak, İttihatçıların, muhalif gazeteciler Hasan Fehmi
ve Ahmet Samim’i katletmesi ile temeli atılan bir dizayndı bu.
Gazetecilerin bağımsız olması ideali bir temenniden, ya da arada çıkan
birkaç kahramanın yaptıklarından öteye gitmedi. Onlar da ibretlik olması
için linç edildiler.
“Gazetecimizin” bilgi kaynakları --çoğunlukla birbiri ile rekabet
halindeki-- devletin türlü parçalarının istihbarat ağı veya diğer
bürokratik kaynaklardı. Gazeteciliğin işlevi, siyasi, asker ve
bürokratlarla kurduğu ilişkiler kananıyla edindiği, işlenmiş, seçilmiş
“talimatlar” üzerinden kamu algısı yaratmaktan ibaretti. Bunun illaki
bir bilgi içermesi bile gerekmiyordu. Amaca uygun senaryoların topluma
gerçek olarak sunulması yeterliydi. Darbe yapılacaksa, bunu 28 Şubat’ta
olduğu gibi medya iklimlendiriyordu. Gezi krizinde, sadece
çığırtkanlıkla dindar bir hükümeti alaşağı etmek mümkün olmadı. Ama
Erdoğan’ı diktatör olarak gösterme konusunda dış dünyada geniş ölçüde
başarı kazanıldı. Anlaşıldığı üzere, ülkemizde gazetecilik ve köşe
yazarlığı bir algı yaratma mühendisliği olmuştu. Bu güç, vesayete karşı
demokrasiye destek verilen istisnai zamanlarda dahi, paradoksal olarak
gazeteci ve yazarın gücünü arttırıyordu.
Gazete patronları, köşe yazarları ve gazeteciler, siyasetin her dönem
değişmeyen doğal ortağı oldular. Geçmişte, hükümet düşürüp, hükümet
kurmuşlar, karakter suikastları yapmışlar, patronlarının menfaati uğruna
her türlü operasyonu gerçekleştirmişler ve mükâfatın göz kamaştırıcı
olduğu kesin sonuçlar elde etmişlerdi. Medya siyasi manipülasyon üretim
merkezi haline gelmişti.
Evet, medya-iktidar ilişkisi sorunluydu. Bugün de sorunlu. Ama AK
Parti’nin geçmişte ve Gezi krizinde olduğu üzere, bu sistemin bizzat
hedefinde olduğu da unutulmakta. Hükümet ara ara otoriter zihniyete
doğru temayül gösterse de, devletin demokratikleşmesinde azımsanmayacak
reformlar yaptı. Zaten AK Parti’nin en çok “Reformlara ara vermek” veya
“Yeterince hızlı reform yapmamak” ile suçlanması bile, sorunların
kaynağının hükümet olmadığı gibi, çözümün bir parçası olmaya daha yakın
olduğunu kanıtlıyor. Bu tabloda, sorunu sadece ve sadece “bu” hükümetin
döneminde başlayan “bu” hükümetin yanlışları düzeyine indirgemek, basın
sorunumuzun da “algı yaratmaya” dönük kullanılması anlamını taşıyor.
Eğer birtakım darbe sanıklarının veya neo-darbe heveslilerinin sadece
gazetecilik yaptığını düşünüyorsanız, sorun yok. Ama o zaman da,
hükümetin aynı mantıkla bu “gazeteci”leri hedef alması, normal bir
hükümet tasarrufu sayılmalı.
Tabii, bu arada mümkün olduğu kadar işini iyi ve tarafsız yapmaya
çalışan gazeteci ve yazarların, iki taraftan birisinin hışmına uğraması
da söz konusu oluyor. Ama --büyük bir pişkinlikle-- o gazetecileri
sahiplenme şiddeti, o kişinin hangi kamptan algılandığı ve mağduriyetin o
anki kullanım değerine göre değişiyor. Bunun simetrisinde, yeteneksiz
gazeteci ve yazarlar da gazeteleri ile ilişkileri kesildiğinde birer
demokrasi kahramanı olma fırsatını elde ediyorlar. İşsiz kalan köşe
yazarı asla patronunu --nedense-- eleştirmiyor. Hem patrondan yüklü bir
“boşanma tazminatı” alıp, hem de demokrasi kahramanı olabilmek için
hükümet topa tutuluyor; bu da basın özgürlüğü tartışması olarak
pazarlanıyor.
Gazetecinin askerin ağzına bakmasıyla, siyasetçinin ağzına bakması
arasında fark yok. Zaten eskiden askerin gözünün içine bakan gazeteci
tipi, şimdi siyasinin göz bebeklerinden medet umuyor. Önemli olan
iktidarda kimin olduğu. “Hükümet daha sorumlu” gerekçesi fiiliyatta pek
geçerli değil; çünkü sorumluluk sahip olunan güçle orantılıdır. Geçmişin
darbeleri ve Gezi krizinde ürettiği orantısız güç, hükümetin karşısında
mevzilenen medyanın sorumluluğunun ölçüsünü veriyor. Sanırım bu
sorumluluk azımsanacak gibi değil. Öyle ki, Gezi krizinde halk desteği
ve güçlü bir lider söz konusu olmasaydı, bugün muhtemelen bir teknokrat
geçiş hükümeti tarafından yönetiliyor olacaktık.
Eğer dert “Erdoğan’a vuracak” değerli bir kart yaratmak değil de,
gerçekten medya özgürlüğü ise, konuyu bu bütünlükle ele almak, belki
doğru bir başlangıç olabilir. Hükümeti eleştirdiği gibi, medyayı,
kendisini, patronları kıyasıya eleştirmeyen, özeleştiri ve özür
içermeyen bir tartışma itibarlı olmayı hak etmiyor.
Alıcısı da sadece kolonyal gözlüklü, operasyonel amaçlı ya da bilgisiz yerli ve yabancılar oluyor.
25.07.2013 İstanbul
20.07.2013 tarihli “Erdoğan’ın değeri nereden geliyor” başlıklı
yazımda, Başbakan Erdoğan’ın tarihî bir lider olduğunu, o ve partisinin
değerinin, müesses nizam ile olan mücadelede reformcu kimliğe yaklaşıp
uzaklaşması ile artıp azaldığını iddia etmiştim. Bu yazıda bu konuyu
ilerletmek ve tamamlamak istiyorum.
Bana göre, Türkiye için 12 Eylül 2010 Anayasa Reformu siyasi bir
milatsa, Gezi Krizi de toplumsal miladı ima etmekte. Yani milatlar
karşılıklı olarak tamamlandı. Milat bu bağlamda, eski ile köprülerin
atıldığı, yeni bir dönemin başladığını bize anlatır. Bizler genellikle
önemli bir şeyler olduğunu hisseder, ama hâlâ eskinin devam ettiğini
düşünürüz. Çevremizde, ülkede, devlette çoğu şey eskisi gibi devam
etmekte gibi görünür çünkü. Ama önemli bir “şey” olmuştur.
Gerçekten de, bir on sene sonra, Gezi ile birlikte 2002’den itibaren
olan tüm şeylerin Türkiye’yi ve bölgeyi ne kadar derinden değiştirdiğini
daha iyi görebileceğiz. Bu değişimin nasıl olacağını ise bizler tayin
edeceğiz. Hep birlikte. Bize dair tercihlerle.
Türkiye gibi pozitivist-bütünlükçü bir mühendislikle kurulmuş sanal
demokrasilerde, düzeni genellikle “ötekileri” mobilize eden Erdoğan gibi
tarihî-karizmatik-cesur-sıradışı liderler değiştirir. Bu durum,
çoğunluk “yeni bir tür totaliterlik” veya “yeni bir diktatörlük” olarak
–özellikle müesses nizam destekçileri tarafından- gönüllü biçimde
karıştırılmaya müsaittir. Çünkü gerçekten de bu türden liderler, idealar
dünyamızdaki demokrasinin kodlarına uyan bir karakterle –ne iyi ki- her
zaman uyumlu değildir. Bu da kafaları karıştırmaya müsait bir sürü
çelişkiler yumağı ile uğraşmamıza neden olur. Aslında çelişkiler düzene
dairdir ama biz ona alıştığımız için fark etmeyiz pek.
Eski çağlarda yaşamadığımız için –ne iyi ki- bu itirazlar kanlı
karşılaşmalara, yüzyıl savaşlarına dönüşmez. Ama bu “bir tür iç savaş”
yaşanmadığını da göstermez.
Çünkü eski sınıflar –cumhuriyet kesimleri- imtiyazlarını “ötekiler”
ile paylaşmayı arzu etmezler. Bu eğilim doğal olandır. Eşit olmamaya
yönelik bu isteksizlik, bu açıklıkta ifade edilmeyeceği için
imtiyazların kaybını sağlayan reformların “antidemokratik”, “totaliter”,
“hukuka aykırı” olarak gösterilmesi üzerinden bir mücadele sürer. Bu
aslında bir iç mücadelenin “çağımıza uygun” şekilde ambalajlanmasıdır.
Bu arada, değişimi talep eden ahlaki üstünlüğü elinde tutmaktadır.
Çünkü, zaten değişimi sağlayan dinamizmi, toplumda müesses nizamın
ahlaksızlığının kendini saklama kabiliyetini yitirmiş ve ortaya çıkmış
olması sağlar. Bu bir tür devrimci durumun özetidir.
Bu çok sert bir savaştır ve savaşı genellikle ciddi bir çoğunluğu
arkasına alan Erdoğan gibi bir liderin, eski totaliterliğin kalelerini
teker teker yıkması ile verdiği görülür. Savaş kirlidir. Müesses nizam
hâlâ devletin çoğu kurumuna hâkimdir. Savaşın, rakibin alanında, onun
silahlarıyla verilmesi gerekir. Gücü elinde toplayan liderin, bu
mücadelenin sonundaki toplumsal uzlaşma ile varılacak demokratik ülkenin
değil, bir geçiş döneminin önderi olduğu göz ardı edilir. Bir ülkede
totaliter devlet geleneğinin yıkılması için, liderin gücü geçici bir
süre elinde toplayacağı ara dönemlere ihtiyaç vardır. Bu bir temenni,
çelişki veya ahlaksız bir teklif değildir; tarihsel bir gerçekliğe denk
gelen bir tesbittir.
Yeni güç devleti yeniden kurarken, eski devletin yüzyıl boyunca kendi
totaliterliğinin devamı için kurguladığı kurumlara karşı savaş açar; bu
kurumların karşısına benzer güce sahip, onun “anladığı dilden konuşan”
kendi kurumlarını koymaya çalışır. AK Parti döneminde oluşturulan
“yandaş medya” da müesses nizamın koruyucusu merkez medya karşısına bu
mantıkla konur ve aynı yöntemleri kullanır. Yargıdaki kadrolaşma da
hakeza öyledir. Demokratik ambalajlı bir totaliterliği, demokrasi
ambalajlı liberal bir total güçle yenmek, verili durumdur.
Bu arada Montesqiueu’nün eski “kuvvetler ayrılığı” ilkesi tüm dünyada
paramparça olmuştur ve bu karmaşık konu her demokratik ülke için
evrensel bir sorundur. Hatta Erdoğan gibi geçiş dönemi liderlerinin,
reformlara engel olduğu gerekçesiyle “yargı bağımsızlığından” şikâyet
ettiği bile görülür. Çünkü, o yargı müesses nizamın bir aygıtını ima
etmektedir. Kafalar gerçekten karışmıştır. Müesses nizam, kendi
toplumsal kesimlerine bir tür “zihinsel kamulaştırma” uyguladığı için,
reformların aslında kendilerine de yaşam kalitesi getireceğini anlamak
istemezler. Bizatihi o reformların onların hayatına kattığı kaliteden
faydalanırken böyle davranmaları, zihinlerin, ideoloji tarafından
yaratılmış sembolik evrende yaşıyor olmasındandır. Bu nedenle, bu
kesimlerin TBMM’deki temsilcisi CHP’nin durduğu irrasyonel yer, onları
rahatsız etmez. Rahatsızlık, daha çok iktidar olunamamasınadır.
Hükümetin antidemokratik yöntemlerle yıkılacağına dair inanç hâlâ
etkilidir ve ahlaki çelişki ihmal edilebilir bir boyuttur.
Büyük aklı temsil eden Kemalist devlet, tüm küçük akılların
–bireylerin- nasıl düşünmesi, nasıl eylemesi gerektiği planlandığı için,
sadece cumhuriyet kesimlerinde değil, AK Parti tabanında da değişim
bazen zorlayıcıdır. Çözüm Süreci’nde milliyetçilik ortak kodunun
hükümeti –oy kaybı ile- çok zorladığı gibi… Hükümet, reform sürecinde
hep bu ikilemi yaşayacak, her krizde ve seçim öncesinde eski kodlara
dönme temayülü gösterecektir. Bu bir tür soluklanma gibidir. Eski
düzende, eski devletin eylemlerine kimsenin itiraz etmemesi, fırsatını
bulduklarında aynı şeyi yapacak ve yapmış olmalarındandır. Totaliter
devlet, bireyleri kendi suçlarına ortak eder ve ganimeti onlarla
kademeli oranlarda paylaşır. Bu bir tür ahlak kaybıdır. Bu ahlaki kayıp,
sadece cumhuriyet kesimlerinin değil, “ötekilerin” de paylaştığı
durumdur. Reformlar sürecinde bu ahlak kaybı ciddi bir sorundur.
Erdoğan ve AK Parti’nin son 10.5 yılda yaptıkları gerçekten ciddi bir
başarıyı ve övgüyü hak ediyor. Tüm artıları ve eksileri ile ciddi bir
mücadele verilerek 2013 baharına kadar gelindi. 12 Eylül referandumu da,
vesayetin sinen askerden sonra en güçlü kurumu olan yargıyı kökten
değiştirdiği için siyasi bir milat oldu. Bu aslında, adına kibarca
“kutuplaşma” dediğimiz iç savaşı ötekilerin kazandığı anlamına da
geliyordu. Bu noktada, “ideal” olan, AK Parti ve Erdoğan’ın bu miladı
fark etmesi ve cumhuriyet kesimleri ile “barış” imzalaması olacaktı.
Çünkü, -kavramları bilerek sert kullanıyorum- bir savaşı kazandığınız
halde, yendiğiniz kesimlerle savaşa devam ederseniz, ahlaki üstünlüğünüz
aşınmaya başlar. Kimse adını bu açıklıkta henüz koyamıyor olsa da,
cumhuriyet kesimleri için “yenilgi”, yani ötekilerle eşitlik ile
uzlaşılmaya daha hazır hale gelinmiştir. Şimdi bu hazır hale gelişin
gereklerini yapmak ve artık herkes için demokratik reformları sürdürmek
gerekir. Üstelik daha demokratik olarak ve eski devletin silahlarını,
ahlakını ve yöntemleri artık terk ederek. Aslında, bu durum demokrasi
eşiğinin yükseltilmesi için altın bir fırsattır.
Hükümet 2010 referandumundan sonra bu geçişi yapamadı. Asıl krizimiz
budur. Bunun üzerine, AK Partili olmayan kesimler, CHP’yi silerek
toplumsal aktör haline geldi. Gezi’ye gerçekten daha fazla özgürlük için
çıkan gençler, yurttaşlar, bize çok önemli bir fırsat verdi. Bir
toplumda özgürlük talebinden daha değerli bir şey olamaz. Bu talep,
bireyi ve değişimi önceleyen bir hükümet için de bulunmaz bir fırsattır.
Gezi bize, verili demokrasi düzeyimizin, verili medyanın, verili aydın
tipinin, verili devlet biçiminin artık kalp yetmezliği yaşadığını
göstermiştir. Hükümet, reformcu kimliği ile eski devlete dönüş
reflekslerini artık birarada taşımakta daha zorlanacaktır. Bu bir
çelişkidir ve giderilmezse çelişkiden negatif olan taraf faydalanır.
Pozitivist Kemalistler, “büyük akıl” olarak insanlar için en iyiyi
bildiklerini düşünerek, toplumun kendiliğinden kendi demokrasi
geleneğini oluşturmasına 90 yıl ara verdiler, mühendislik uyguladılar.
Sonuç, 2002-2010 dönemi oldu. Demek ki, hükümetin bunun tersini yapması,
demokrasi ve özgürlük taleplerine yol vermesi gerekiyor. Aslında
devletin liberal anlamda tanımı da budur. Ronald Reagan, Jimmy Carter’ı
devirip başkan olduğunda yaptığı ilk konuşmada şöyle demişti: “ABD’nin
gücü ve diğer dünya devletlerinden daha zengin olmasının nedeni, bu
topraklarda daha önce hiç olmadığı kadar geniş ölçüde insanların
enerjilerini ve bireysel kabiliyetlerini serbest bırakmış olmasıdır.”
Yine Reagan “Mevcut krizde sorunumuzun çözümü devlette değildir. Sorunun
kendisi devlettir” de demişti.
Bu da, devletin mümkün olduğun kadar küçültülmesini ve merkezî
yönetim gücünün yerel yönetimlere devredilmesini ima ediyor. Hayek’e
göre, herkesin devletten göreceği davranışın eşit olması, en gerçekçi
eşitlik tanımıdır ve devletin görevi bunu sağlayacak kanunları yapmakla
sınırlı olmalıdır. İnsanlar devletten iyi olan şeyleri yapmasını
bekleyemez. İnsan hayatı kısıtlı bir süredir. Özgürlükler, bireyin
devletin bazı eylemlerini yapmasını engelleme girişiminde bulunması ile
gelişir. 3 Kasım 2002 devrimi ve Gezi’de olan şey de budur. İdeal
durumda bunu muhalefetin yapması gerekiyordu.
Gezi bu yönüyle hem bir fırsat, hem de ciddi bir risk içeriyor
hükümet için. Ülkenin idaresinde “kendiliğinden doğan ve doğacak sivil
hareketler ve sivil toplumun önünün açılması” basit ve geçerli formülü
ima ediyor. Örneğin kent siyasetinde bu anlamda bir zihinsel reform, hem
hükümete cesaret verecek, hem de AK Partili olmayan kesimler ile
yakınlaşma sağlayacaktır. AK Parti, aslında kendi seçmen tabanına bunu
uygulamıştı. Şimdi aynı yöntemi tüm toplumsal kesimlere yayması
gerekiyor. Bunu yapabilirse, hem Çözüm Süreci barışla daha rahat
sonuçlanır, hem de hükümet bir on yıl daha ülkeyi yönetmenin
meşruiyetini yeniden kazanır.
Bugün Anadolu tecrübesinin yerine aynı cemaat, kulüp ve kasttan olma anlayışı egemen kılınmıştır.
28 07 2013 pazar
Tuz kokarsa…
Her yıl Ramazan ayında iç gündemin tartışmaları genelde dini konularda yapılmaktaydı.
Bu yıl bir olay istisna dini tartışmalar gündem oluşturmadı.
Bir kısım dini sorulara verilen cevaplar da magazinsel bir tarzda ele alındı.
Bunlar da 'oruçlu denize girilir mi ve sakız çiğnenir mi' tarzındaydı.
Gündem oluşturan esas tartışma sahurun vaktiyle ilgiliydi.
Bir ilahiyatçıya göre Diyanet sahuru erken sonlandırmakta ve insanlar birkaç saat uzun oruç tutmaktaydı.
Üzülerek gördük ki, kuruma yönelik eleştiri olduğundan tahammül edilir bir düzeyde karşılanmadı.
İddia sahibine yönelik televizyon programını sabote etmek olmak üzere olumsuz davranışlar sergilendi.
Oysa bundan önce ilahiyatçılar arasında daha karmaşık ve gelenekselleşmiş uygulamalara yönelik eleştirilere gerekli müdahale yapılmamıştı.
Son yıllarda toplumda tahammül kültürünün zayıflamakta olduğunu görmekteyiz.
Bir kişinin kendisine göre doğru ama başkasına göre yanlış algılanan bir konu üzerinde kişinin olayı açıklamasına bakılmadan veya gerekçesini dinlemeden hemen karşıt bir kampanya ile linç tavrı devreye girmektedir.
Anlaşılan odur ki insanlar artık birbirlerini dinlemiyor, herkes duymak istediği sese kulak kesiliyor.
Herkes karşısındakini anlama ve ikna etme gayretinden çok boyun eğdirme ve ötekileştirme yarışı içinde.
Oysa Anadolu kültürü farklı inançların, kültürlerin, etnik yapıların ve dillerin bir arada yaşama temelinde oluşmuştu.
Bugün
Anadolu tecrübesinin
yerine
aynı
cemaat, kulüp ve kasttan
olma anlayışı egemen kılınmıştır.
Bu durum ortamda sahici davranışları azaltmış, bunun yerine yapay ve ikiyüzlülüğü artırmıştır. Gelişen olaylar üzerine yapılan 'olaylar bazılarının maskesini düşürmüştür' yorumları geldiğimiz noktayı dramatik biçimde açıklamaktadır.
Merak ediyorum; nasıl bir davranış içindeyiz ki karşımızdaki insan bizim yanımızda gerçek kimliğini maskeleme gereği duyuyor. Bu durum bizim tutumumuzdan mı kaynaklanıyor yoksa karşımızdakinin kişilik zaafı mı? Hangisi daha baskın?
İnandığımız din ve yaşadığımız coğrafyada ki kültür, insanların birbirlerinin yüzüne hakaret ve küfrün dışında, edep dairesi içinde her şeyi söyleyebilme cesareti sağlıyordu. Birlikte yaşamanın getirdiği bir hukuk vardı.
Bir yerde çok yüzlü veya maskeli türler türemiş ise orada arızalı bir durum vardır. Bu arızalı durumun giderilmesi; itaatkâr, tabi ve tebaa insanların yetişmesiyle değil, kimlikli, kişilikli, haksızlık karşısında tavır alan, sorgulayan, eleştiren, iyiliği teşvik eden ve kötülükten sakındıran insanların yetiştirilmesiyle mümkündür.
Öyle bir an içinde yaşıyoruz ki iyilik, doğruluk ve dürüstlük haber değeri taşımaya başladı. Oysa iyilik, doğruluk ve dürüstlük insan olmak, insan kalmanın gereğidir.
Yalnızlaşmanın ve içe kapanmanın arttığı, örnek insan veya rol modellerin azaldığı bir dünyaya evirildik.
Dini sorunlarımızı çözmek ve anlayışlarımızı zenginleştirmek için atanan insanlar kötülüğü, fesadı ve fitneyi çoğaltıyorlarsa artık tuz kokmuştur.
İslam'ın iki şartı vardır: birincisi iman etmek, ikincisi iyilik yapmaktır.
Görevimiz iyilik yapmak, iyiliği teşvik etmek ve kötülüğü önlemektir.
Bugün başkalarının kötülüklerini anlatarak, iyiliği yaygınlaştırmaktan çok kötülüğe meşruiyet kazandırıyoruz.
Hz Peygamberimiz (sav)
'Bir kul, bu dünyada başka bir kulun ayıbını örterse, kıyamet gününde Allah da onun ayıbını örter'
diye buyurdu.
Hz. Mevlana şöyle der:
'Cömertlik ve yardım etmede akarsu gibi ol
Şefkat ve merhamette güneş gibi ol
Başkalarının kusurunu örtmede gece gibi ol
Hiddet ve asabiyette ölü gibi ol
Tevazu ve alçakgönüllülükte toprak gibi ol
Hoşgörürlükte deniz gibi ol
Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol.'
Alija der ki:
Dünyanın bütün büyük dinleri şu basit hakikati öğretmeye çalışır ve hakikatler basittir.
Sana yapılmasını istemediğin şeyi başkasına yapma.
Ya da öyle hareket et ki, davranışların herkes için geçerli olsun;
ne sana göre değişsin ne de başkalarına göre…
SÜLEYMAN GÜNDÜZ
28 07 2013