Tek umutları hükümeti zorbalaştırmak.
Globalleşen dünyada, demokrasiler de ancak global bir destek, onay, hayırhah bir tutum ya da en kötüsünden tarafsız bir tutumla çevrelendikleri takdirde rahatça gelişip derinleşebiliyor. Aksi durumda, yani düşmanca bir tutumla sarmalanmış, tecrit edilmiş bir demokrasinin işi gerçekten çok zor.
Bunu söylerken sadece global dünyanın siyaset sınıfını kastetmiyorum; aynı zamanda ve daha önemli olarak dünya kamuoyunu kastediyorum. Zaten artık iç ve dış kamuoyunun arasındaki sınırların kalktığı; istikrarlı bir iktidar için hükümetlerin sadece iç kamuoyunda değil, dünya kamuoyunda da meşruiyet aramaları gereken bir çağdayız.
Artık ne sandık ne de darbe umudu olmayanlar da bu gerçeği çok iyi bildikleri için, geriye kalan son silahlarını çektiler. Epey bir süredir, var güçleriyle dünya kamuoyunun AK Parti hükümetine karşı cephe alması, iktidarın uluslararası tecride sürüklenmesi için yoğun bir çaba içindeler. Bunu başarabilmelerinin tek yolu ise hükümeti zorbalaştırmak...
Gerek haftalardır propagandası yapılan "Ekim ayaklanması"nın, gerekse Silivri'yi meydan savaşına çevirme planlarının arka planında bu umut var. Eski düzeni geri getirme sevdasında olanlar hükümetin hata yapmasının pususuna yatmış durumdalar. Hükümet telaşlanacak, saldıracak, zorbalaşacak, haksız zemine düşecek ve biraz daha tecrit olacak...
AK Parti hükümetinin bu planı görmediğini düşünemeyiz. Ne var ki, Silivri'deki karar duruşmasına girişin yasaklanması, plan görülse bile yeteri kadar ciddiye alınmadığını gösteriyor.
Yarınki (size göre bugünkü) tabloyu görür gibiyim...
Bir yanda Silivri'ye varmak için her yolu denemeye kararlı militan CHP'liler ve İşçi Partililer... (Ulusal kanal spikerinin Gezi olayları sırasında ağzından kaçırdığı gibi) günün, çok sayıda yaralı hatta mümkünse "ünlü" yaralı, hatta ölümle kapanmasından daha fazla hiçbir şey istemiyorlar...
Öbür yanda ise, Silivri'de kuş uçurtmamaya kararlı, alınan kararın uygulanmasında en ufak bir zaaf yaşanmasına tahammülü olmayan, tahkimatını kurmuş, bütün yolları kesmiş, bütün çıkışları kapatmış güvenlik güçleri...
Bunun sonucu, mutlak çatışma, mutlak şiddettir... Silivri'de değil ama şehrin her yerinde sokak gösterileri, çatışmalardır...
Demokrasi düşmanlarına haklı zemin kazandırmak
Diyeceksiniz ki bu grupların Silivri'ye gitmelerine izin verilse aynı çatışmalar orada olacaktı. Hem salonda olay çıkaracak, karga tulumba dışarı atılmanın, hatta birkaç yumruk yemenin "başarısını" yaşayacak hem de dışarıda polisle, jandarmayla çatışacak, barikatları yıkmaya çalışacak, yine "mümkün olduğu kadar çok" yaralı vermeye uğraşacaklardı. Ve yine bu olayları iç ve dış kamuoyunda hükümetin "zorbalaşmasının" delili olarak kullanacaklardı.
Doğrudur; amaçları hükümeti şiddet ortamına çekmek olanlar, aynı şeyi Silivri'de yapacaklardı. Ama o zaman haksız zeminde olanlar onlar olacaktı. Kendilerine tanınan yargılamayı izleme hakkını kötüye kullanan, duruşmayı engelleyen, bağımsız yargıyı baskı altına alan şiddet taraftarı bir kitle durumuna düşeceklerdi. Bugün ise demokratik bir hakkı, Silivri sanıklarının açık yargılanma hakkını savunmak üzere sokaklara dökülmüş ama "zorbalaşan iktidarın" şiddetiyle karşılaşmış mağduru oynayacaklar. Ve hiç şüpheniz olmasın ki, bu tabloyu yurtdışında bol bol pazarlayacaklar.
Hükümet Silivri'de "zaaf içinde bir iktidar" görüntüsü vermemek için, "testi kırılmadan" tedbir alma yolunu seçti. Ama bu onun bir başka zaafa düşmesine yol açtı: Açık yargılanma hakkını ihlal etmiş bir hükümet durumuna düştü. Demokrasi düşmanlarına haklı zemin kazandırdı.
Güçlü iktidar, demokratik hakların kullanılmasını engellemeden ama düzeni sağlamakta ve yasa dışına çıkanları durdurmakta en küçük bir zaaf göstermeyen iktidardır.
Marifet bu ikisini birlikte gerçekleştirmektir.
Gülay GÖKTÜRK 05 Ağustos 2013 Pazartesi
Haber Lisânı Dili Sosyalmedya Tarihi Sebepler birer perdedirler.
Asıl iş gören, perde arkasında Kudret-i ilahiyedir.Nargilesi ve kahvesiyle yaşlı bir Osmanlı köylüsü... (1890)
Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı
30 Temmuz 2013 Salı
Terastaki zeytin ağacına bakarken Anlamını ancak tercüme edildiğinde bulan bir şiire benziyor bazen hayat
Terastaki zeytin ağacına bakarken…
yasemin çongar
Anlamını ancak tercüme edildiğinde bulan bir şiire benziyor bazen hayat.
Sanırım, en iyi sürgünü seçenler bilir bunu;
dillerin, dünyaların, duyguların arasında yaşayan sahipsizler, tercümeyle meramın o netameli ilişkisini susarken de hissederler.
Kendini aynı anda hem azınlık hem arafta bulabilen aidiyet özürlüler için her dil ayrı bir tutsaklıktır.
Tercüme ihtiyacı, bir şeyi yeniden ve başka kelimelerle söyleme ihtiyacı olduğu kadar, bir şeyi “ilk” kez söyleme ihtiyacıdır da oysa. Her kelime bir duygunun, bir tecrübenin, bir hâlin, bir nesnenin dile tercüme edilmesi değil midir nihayetinde; her isim bir ilişkiden, bir iletişimden, bir işaretleme ihtiyacından doğmaz mı? Her isim anlattığı kadar oldurmaz mı? Her işaret, gösterdiği şeyi aynı zamanda bağlamaz mı? Bizi özgürleştirirken, bir yandan da pekâlâ kuşatıp sınırlamıyor mu dilimiz?
“Şiir, tercüme esnasında yitirilen şeydir,” diyen şair,[i] sadece ahenge ermiş kelimelerin ikâmesizliğinden mi dem vuruyor sizce, yoksa her birimizin hayatla kurduğu o çok özel ilişkide, ebedî yalnızlığımızın izlerini de mi görüyor?
Bunları yazarken, zeytin ağacının kimliğini düşünüyorum.
Çoktan seçmeli değil, çoklu bir şey
Marx der ki, tercüme ederek sosyalist devrim yapılmaz. En temel eserlerinden birinin girizgâhında, 1848 Devrimi’nin eski tecrübelerin bir parodisi olmanın ötesine geçemediği hükmünü verip şöyle yazar: “Yeni bir dil öğrenen kişi de acemiliğinde her sözü önce anadiline çevirir; oysa ancak hafızasında anadilini yoklamaksızın yeni dilin içinde devindiğinde, o dilin içindeyken, içine doğmuş olduğu dili unuttuğunda, yeni dilin ruhunu ele geçirebilecek, o dilin içinde özgürce söz üretebilecektir.”[ii]
Yeni bir dil öğrenmeye teşebbüs etmiş olan herkes, başlangıçta anadiliyle arasında süren med-ceziri hatırlar. Ama insanın içine doğduğu dili büsbütün unutmasının, sadece belli zaman dilimlerinde bile olsa bu dilden tamamen özgürleşmesinin mümkün olduğunu ima etmekle, kendi tezine derin bir çentik atmıştır Marx. İmkânsızı istemiştir. Zaten birkaç paragraf sonra, burjuvazinin kendi “gerçek tercümanlarını” ortaya çıkarışını, keskin bir kopuştan ziyade bir dönüşümün hikâyesi olarak anlatır; sosyalist devrimler için ise burjuva devrimlerinden tamamen farklı, geçmiş kuşakların tecrübesini katî sûrette unutan, “sil baştan” bir yaklaşım gerektiğini söyler, ama bu ihtiyacı hakkıyla açıklayıp, temellendirmekten uzak durur. Ve tabii, Marx’ı okuyarak yola çıkanların dünyanın dört yanındaki pratiği, onun zorunlu saydığı mutlak unutuşu asla gerçekleştirememiş olan “tercüme” devrim denemeleriyle doludur.
Zira çoktan seçmeli bir şey değil benlik, çoklu bir şey. Öyle bir tecrübeler bütünüyüz ki her birimiz, sadece hatırladıklarımızdan, sadece dilimizin ucunda taşıdıklarımızdan, seçenekler arasından o an için çekip çıkardıklarımızdan değil, bilincimizin ve hafızamızın şimdi erişilmez görünen dip katmanlarındaki her bir hadiseden, her bir duygudan, her bir “dil”den de müteşekkiliz aynı zamanda.
Düşündüğümde, konuştuğumda, eylediğimde bir bütün olarak düşünüyor, konuşuyor, eyliyorum. Benliğimin bir kısmını unutmam, ertelemem, yok saymam mümkün değil. Bırakın içine doğduğum “dil”i, içinden geçtiğim, kıyısında durduğum, hatta işitmemek için kulaklarımı tıkayacak kadar kendime uzak bulduğum “diller”i bile büsbütün söküp atmam mümkün değil içimden.
Bunları yazarken karşımda bir zeytin ağacı var. İki serçe, ağacın dibindeki beyaz çakıltaşlarının arasından toprağı gagalıyor. Serçeler gidecek; ağaç, taşlar ve toprak daha uzunca bir süre burada kalacak, biliyorum. Ben gideceğim, onlar kalacak. Hayatın ritmi böyle.
Pasaport polisinden geçmek
Hayata hudutlar çizip, kendini o hudutlar içine hapsetmeyi seven bir canlı türüyüz biz. Ömrümüzün kesin bir bitiş çizgisinde sonlanacak olması yetmiyor nedense; o bitiş çizgisine er geç mutlaka varacak bîçare fâniler olduğumuzu bilmek bile yaşadığımız alanı yeni yeni çizgilerle daraltmaktan vazgeçirmiyor bizi. Alman ilâhiyatçı Dieter Hoffmann-Axthelm, modern çağın paradigmasını en iyi özetlediğini söylediği – dolayısıyla da bugün artık ziyadesiyle arkaik bir hal aldığını kendisinin de peşinen teslim ettiği – sahnede, elindeki pasaportu inceleyen sınır polisini görür.[iii] Hem yüzeysel hem dipsiz, hem aşikâr hem anlaşılmaz bir sahnedir bu: “Aşikâr olan, şu ya da bu kişi olarak bir kimliğe sahip olma mecburiyetimizdir; dipsiz ve bu nedenle de sinsi olan şey ise o kimliğin – hangi kimliğin – kanıtlanma yöntemi...”
Hudutların ayakta tuttuğu düzen ve bu düzenin dayandığı kurallar bütünü, bir “kimliğimiz” olmasını gerektiriyor. Sınırı aşmak için bir pasaport lâzım bana, sokağa çıktığımda nüfus kâğıdım hep cebimde olmalı, sorduklarında onlara sadece bana ait olan o numarayı söyleyebilmeliyim ki, yarattığımız bu tuhaf sistemde beni – hangi beni – bulabilsinler.
Zira numarasız, kayıtsız, işaretsiz, isimsiz olmam aslında olmamam anlamına gelirdi biliyorum. Tercüme edilmediğim sürece, sisteme anlatamam varlığımı, anlamlandıramam. Önce bir kimliğe hapsolacağım ki beni serbest bıraksınlar.
Biliyorum “hem oyum hem buyum” olmaz; çoğul kalamam, tekilleşeceğim. “Ne oyum ne buyum” olmaz, illâki şıklardan birine sığışacağım. Sistemde aranıp bulunabilir, bulunduğumda tanımlanabilir, tanımlandığımda sınıflandırılabilir olabilmem için önce bir güzel genellenecek, sonra pattadanak indirgeneceğim. Velhâsıl, olmak için hiç sesimi çıkarmadan eksileceğim; herkes gibi, hepimiz gibi. Bir bütün olarak konuşan, düşünen, eyleyen o çoklu, o karmaşık, o tarife gelmez benlik uysalca, itirazsız, sualsiz silecek kendini; yeter ki pasaport polisinde sorun çıkmasın!
Bunları yazarken, çığlık çığlığa bir martı uçtu zeytin ağacının tepesinden; canhıraş. Ağaç şöyle bir kıpırdadı mı ne? Başka bir diyara gidecek olsa, ona da bir “pasaport” verirler belki. “Bitkiler âleminden, kapalı tohumlular bölümünden, iki çenekliler sınıfından, lamiales takımından, zeytingiller familyasından, olea cinsi, olea europaea türü…” Olmadı, boyunu, çapını ölçerler, bir de numara çakarlar gövdesine! Burada, benim karşımda, yorgun şehrin güngörmüş çatılarından birinin rüzgârlı terasında, yüzünü denize, sırtını damlara vermiş bir hâlde, martılarla, serçelerle ve tabii oyunbaz kargalarla, sağında arsız bir yasemin, solunda nazlı bir nar, eteklerinde her kış küsen lavanta ve müdanasız çileklerle yaşayan, tek tanecik meyvesini beş sene önce veren bu ağacı, onu aslında hiç anlatmayan üç beş satıra ne de kolay indirgerler kimbilir.
Kimliğin kafesi, kim-liğin kanatları
İstisnasız bütün Batı dillerinde “kimlik,” Latince identitas kelimesinden türemiş haliyle var bugün. Identitas – sonradan Heidegger’in anlamamıza yardımcı olduğu haliyle – ayniyetten ziyade bir özdeşlik ifade ediyor; matematikte özdeşlik (identity) denen ilişki biçimi gibi, nicel bir ayniyete işaret eden eşitlikten (equality) farklı olarak, içindeki değişkenlere verilecek bütün gerçek sayılar için doğru olan bir denklemi getiriyor akla. “X”in değeri ne olursa olsun, 2X-X = X. Ne kadar karmaşık bir işlemi ifade etseniz de siz, ne kadar çok değişken olsa da içinizde, sonunda bozulmayan bir özdeşliksiniz.
Arapçada bir şeyin “mahiyetini, hakikatini, aslını” anlatarak, hüve’yi, yani söz konusu üçüncü tekil şahsı, “o” olup olmama durumunu tescil eden hüviyyet[iv] kelimesi gibi, bize – adı üstünde – “kim” olduğumuzla ilgili bir şey söyleyen “kimlik” kelimesi de, ilk anda, Latinceden türemiş kardeşlerinden daha sahici geliyor insana. Oysa kimliğimiz üzerinden gördüğümüz her muamelede, çok geçmeden, “kim” olduğumuza değil, “kimlerden” olduğumuza, “kimlerden” sayıldığımıza dair bir işaretin, bir özdeşlik denkleminin içinde buluyoruz kendimizi.
Kimlik, “kim-lik”ten ayrı bir şey bu anlamda; identity, İngilizcede son dönemde tam da bu ayrımı vurgulamak için türetilmiş bir kelimeyle söylersem, whoness ile aynı şey değil.
Kimlikte ifadesini bulan özdeşlik, “kim-lik” üzerine, yani “kim” olduğumuz üzerine düşünürken hissettiğimiz “ziyadesiyle özel, biricik ama çoğul ve kimselere benzemez” olma halinin yanında, bir kafesi çağrıştırmıyor mu? “Kimim ben” sorusunun sonsuz karşılıkları nasıl kanatlandırıyorsa zihnimizi, “kimlik” bahsinde bize sunulan sınırlı seçenekler de öyle hapsetmiyor mu?
Bunları yazarken, zeytin ağacının kıpırtılı dalları arasından uzak bir hayal gibi görünüyor güney kıyısı… Zeytinliklerini çok iyi bildiğim o yarımadadaki zeytin ağaçlarının hiçbirini tanımıyorum.
Zalim de, mazlum da genelliyor
Sadece pasaport polisinden geçerken veya sadece hekime, hâkime işimiz düştüğünde ya da, ne bileyim, okula kaydolurken, sandığa oy atarken, emeğimizin karşılığını alırken ve – kaçış yok – vergimizi verirken gösterdiğimiz bir kâğıt parçasından ibaret olsaydı “kimlik”, pek sorun olmazdı sanırım; böyle birkaç kelimeye sıkışmış hissetmezdik kendimizi. Ama soğuk sicil kayıtlarında değil yalnızca, hayatımızın gündelik ve toplumsal, sıcak ve akıcı olan geniş kısmında da kimliğimizle varız biz; her birimizin hayatla kurduğu o çok özel ilişkiyi ısrarla ıskalayan bir varoluş bu, şiirini yitirmiş bir tercüme.
Üstelik benlik, onu bir ırkın, bir soyun, bir cinsin, bir mezhebin, bir sülâlenin parçası kılan kimliğine ne kadar mesafeli olursa olsun, o kimliğin hayatı kuşatan bir kudreti var. İktidar hâlâ ekseriya kimlik üzerinden kuruluyor bu düzende. Ve muktedir, kendi kimliğinden saymadıklarını ayrımcılığın, dışlanmanın, baskının, nefretin, zulmün, soykırımın nesnesine dönüştürdüğünde, isyan bayrağı niyetine yükseltecek tek şey olarak yine kimliğimiz kalıyor bize.
Kimlikten bir “kafes” olarak söz etmenin münasebetsizliği de burada zaten. Kürt doğup “Kürdüm” diyemeden ölen milyonlarca insanın memleketinde, yaraya neşter atmak gibi bir şey kimliği küçümsemek. Anadilinde varolabilmek uğruna, hem farklı hem eşit olabilmek uğruna, bir işaret, bir kelime, bir isim uğruna kanayıp kanatmış insanların arasında durup, her dilin ayrı bir tutsaklık, her kimliğin ayrı bir cendere olduğunu yüksek sesle söylemenin fevkâlâde vakitsiz bir yanı var.
Ama kendini hem azınlık hem arafta bulan aidiyet özürlüler de az değil bu diyarda biliyorum. Zulüm, son tahlilde her zaman benliği ezer zira. Ve başkaldıran, son tahlilde her zaman benliğin kendisidir.
Çoklu bir benlik, kimliğinin tek bir ekseni üzerinden nereye kadar temsil edebilir ki kendini? “Kürdüm, Aleviyim, lezbiyenim” diyen bir kadın, kimliklerinden birinin zaferiyle nasıl kurtulabilir zulümden?
Peki ya, bir yandan kimlik mücadelesi verirken, o mücadelenin reva gördüğü siyasi genellemeler, giderek kendine ilişkin algısını tarif etmekle yetinmeyip, dikte etmeye de kalktığında ne yapar insan? Tanınması uğruna hayatını ortaya koyduğun bir kimliğin içinde, kendini tanıyamaz hale geldiğin zaman, kurtuluşun nerede artık, hangi yöne döneceksin yüzünü?
Bunları yazarken, güneşin içinden süzülen ince bir yağmur ıslatıyor zeytin ağacını. Yakında çiçeğe duracak, biliyorum. Her bahar olduğu gibi yine iki ayrı tür çiçek açacak. Salkım salkım. Her bahar olduğu gibi ben yine o salkımlara çok yakından bakacağım. Çiçeklerden hangisi hermafrodit, hangisi erkek; hangisinin hem erkek hem dişi organı var, hangisinin dişi organı körelmiş anlamaya çalışacağım. Herhalde yine anlayamayacağım.
[i] Robert Frost’un en çok bilinen mısralarından bile daha meşhur bir sözü: “Poetry is what gets lost in translation.”
[ii] Marx, Karl. Louis Bonaparte’ın On Sekiz Brumaire’i, Tanıl Bora’nın tercümesi, İstanbul: İletişim, 2010.
[iii] Hoffman-Axthelm, Dieter. “Identity and reality: the end of the philosophical immigration officer.” Modernity & Identity, Ed. Scott Lash & Jonathan Friedman, Oxford: Blackwell, 1992.
[iv] Kelimenin yazılışı da karşılığı da Ferit Devellioğlu’nun Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lûgat’ından.
Bugün Anadolu tecrübesinin yerine aynı cemaat, kulüp ve kasttan olma anlayışı egemen kılınmıştır.
28 07 2013 pazar
Tuz kokarsa…
Her yıl Ramazan ayında iç gündemin tartışmaları genelde dini konularda yapılmaktaydı.
Bu yıl bir olay istisna dini tartışmalar gündem oluşturmadı.
Bir kısım dini sorulara verilen cevaplar da magazinsel bir tarzda ele alındı.
Bunlar da 'oruçlu denize girilir mi ve sakız çiğnenir mi' tarzındaydı.
Gündem oluşturan esas tartışma sahurun vaktiyle ilgiliydi.
Bir ilahiyatçıya göre Diyanet sahuru erken sonlandırmakta ve insanlar birkaç saat uzun oruç tutmaktaydı.
Üzülerek gördük ki, kuruma yönelik eleştiri olduğundan tahammül edilir bir düzeyde karşılanmadı.
İddia sahibine yönelik televizyon programını sabote etmek olmak üzere olumsuz davranışlar sergilendi.
Oysa bundan önce ilahiyatçılar arasında daha karmaşık ve gelenekselleşmiş uygulamalara yönelik eleştirilere gerekli müdahale yapılmamıştı.
Son yıllarda toplumda tahammül kültürünün zayıflamakta olduğunu görmekteyiz.
Bir kişinin kendisine göre doğru ama başkasına göre yanlış algılanan bir konu üzerinde kişinin olayı açıklamasına bakılmadan veya gerekçesini dinlemeden hemen karşıt bir kampanya ile linç tavrı devreye girmektedir.
Anlaşılan odur ki insanlar artık birbirlerini dinlemiyor, herkes duymak istediği sese kulak kesiliyor.
Herkes karşısındakini anlama ve ikna etme gayretinden çok boyun eğdirme ve ötekileştirme yarışı içinde.
Oysa Anadolu kültürü farklı inançların, kültürlerin, etnik yapıların ve dillerin bir arada yaşama temelinde oluşmuştu.
Bugün
Anadolu tecrübesinin
yerine
aynı
cemaat, kulüp ve kasttan
olma anlayışı egemen kılınmıştır.
Bu durum ortamda sahici davranışları azaltmış, bunun yerine yapay ve ikiyüzlülüğü artırmıştır. Gelişen olaylar üzerine yapılan 'olaylar bazılarının maskesini düşürmüştür' yorumları geldiğimiz noktayı dramatik biçimde açıklamaktadır.
Merak ediyorum; nasıl bir davranış içindeyiz ki karşımızdaki insan bizim yanımızda gerçek kimliğini maskeleme gereği duyuyor. Bu durum bizim tutumumuzdan mı kaynaklanıyor yoksa karşımızdakinin kişilik zaafı mı? Hangisi daha baskın?
İnandığımız din ve yaşadığımız coğrafyada ki kültür, insanların birbirlerinin yüzüne hakaret ve küfrün dışında, edep dairesi içinde her şeyi söyleyebilme cesareti sağlıyordu. Birlikte yaşamanın getirdiği bir hukuk vardı.
Bir yerde çok yüzlü veya maskeli türler türemiş ise orada arızalı bir durum vardır. Bu arızalı durumun giderilmesi; itaatkâr, tabi ve tebaa insanların yetişmesiyle değil, kimlikli, kişilikli, haksızlık karşısında tavır alan, sorgulayan, eleştiren, iyiliği teşvik eden ve kötülükten sakındıran insanların yetiştirilmesiyle mümkündür.
Öyle bir an içinde yaşıyoruz ki iyilik, doğruluk ve dürüstlük haber değeri taşımaya başladı. Oysa iyilik, doğruluk ve dürüstlük insan olmak, insan kalmanın gereğidir.
Yalnızlaşmanın ve içe kapanmanın arttığı, örnek insan veya rol modellerin azaldığı bir dünyaya evirildik.
Dini sorunlarımızı çözmek ve anlayışlarımızı zenginleştirmek için atanan insanlar kötülüğü, fesadı ve fitneyi çoğaltıyorlarsa artık tuz kokmuştur.
İslam'ın iki şartı vardır: birincisi iman etmek, ikincisi iyilik yapmaktır.
Görevimiz iyilik yapmak, iyiliği teşvik etmek ve kötülüğü önlemektir.
Bugün başkalarının kötülüklerini anlatarak, iyiliği yaygınlaştırmaktan çok kötülüğe meşruiyet kazandırıyoruz.
Hz Peygamberimiz (sav)
'Bir kul, bu dünyada başka bir kulun ayıbını örterse, kıyamet gününde Allah da onun ayıbını örter'
diye buyurdu.
Hz. Mevlana şöyle der:
'Cömertlik ve yardım etmede akarsu gibi ol
Şefkat ve merhamette güneş gibi ol
Başkalarının kusurunu örtmede gece gibi ol
Hiddet ve asabiyette ölü gibi ol
Tevazu ve alçakgönüllülükte toprak gibi ol
Hoşgörürlükte deniz gibi ol
Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol.'
Alija der ki:
Dünyanın bütün büyük dinleri şu basit hakikati öğretmeye çalışır ve hakikatler basittir.
Sana yapılmasını istemediğin şeyi başkasına yapma.
Ya da öyle hareket et ki, davranışların herkes için geçerli olsun;
ne sana göre değişsin ne de başkalarına göre…
SÜLEYMAN GÜNDÜZ
28 07 2013