Tek umutları hükümeti zorbalaştırmak.
Globalleşen dünyada, demokrasiler de ancak global bir destek, onay, hayırhah bir tutum ya da en kötüsünden tarafsız bir tutumla çevrelendikleri takdirde rahatça gelişip derinleşebiliyor. Aksi durumda, yani düşmanca bir tutumla sarmalanmış, tecrit edilmiş bir demokrasinin işi gerçekten çok zor.
Bunu söylerken sadece global dünyanın siyaset sınıfını kastetmiyorum; aynı zamanda ve daha önemli olarak dünya kamuoyunu kastediyorum. Zaten artık iç ve dış kamuoyunun arasındaki sınırların kalktığı; istikrarlı bir iktidar için hükümetlerin sadece iç kamuoyunda değil, dünya kamuoyunda da meşruiyet aramaları gereken bir çağdayız.
Artık ne sandık ne de darbe umudu olmayanlar da bu gerçeği çok iyi bildikleri için, geriye kalan son silahlarını çektiler. Epey bir süredir, var güçleriyle dünya kamuoyunun AK Parti hükümetine karşı cephe alması, iktidarın uluslararası tecride sürüklenmesi için yoğun bir çaba içindeler. Bunu başarabilmelerinin tek yolu ise hükümeti zorbalaştırmak...
Gerek haftalardır propagandası yapılan "Ekim ayaklanması"nın, gerekse Silivri'yi meydan savaşına çevirme planlarının arka planında bu umut var. Eski düzeni geri getirme sevdasında olanlar hükümetin hata yapmasının pususuna yatmış durumdalar. Hükümet telaşlanacak, saldıracak, zorbalaşacak, haksız zemine düşecek ve biraz daha tecrit olacak...
AK Parti hükümetinin bu planı görmediğini düşünemeyiz. Ne var ki, Silivri'deki karar duruşmasına girişin yasaklanması, plan görülse bile yeteri kadar ciddiye alınmadığını gösteriyor.
Yarınki (size göre bugünkü) tabloyu görür gibiyim...
Bir yanda Silivri'ye varmak için her yolu denemeye kararlı militan CHP'liler ve İşçi Partililer... (Ulusal kanal spikerinin Gezi olayları sırasında ağzından kaçırdığı gibi) günün, çok sayıda yaralı hatta mümkünse "ünlü" yaralı, hatta ölümle kapanmasından daha fazla hiçbir şey istemiyorlar...
Öbür yanda ise, Silivri'de kuş uçurtmamaya kararlı, alınan kararın uygulanmasında en ufak bir zaaf yaşanmasına tahammülü olmayan, tahkimatını kurmuş, bütün yolları kesmiş, bütün çıkışları kapatmış güvenlik güçleri...
Bunun sonucu, mutlak çatışma, mutlak şiddettir... Silivri'de değil ama şehrin her yerinde sokak gösterileri, çatışmalardır...
Demokrasi düşmanlarına haklı zemin kazandırmak
Diyeceksiniz ki bu grupların Silivri'ye gitmelerine izin verilse aynı çatışmalar orada olacaktı. Hem salonda olay çıkaracak, karga tulumba dışarı atılmanın, hatta birkaç yumruk yemenin "başarısını" yaşayacak hem de dışarıda polisle, jandarmayla çatışacak, barikatları yıkmaya çalışacak, yine "mümkün olduğu kadar çok" yaralı vermeye uğraşacaklardı. Ve yine bu olayları iç ve dış kamuoyunda hükümetin "zorbalaşmasının" delili olarak kullanacaklardı.
Doğrudur; amaçları hükümeti şiddet ortamına çekmek olanlar, aynı şeyi Silivri'de yapacaklardı. Ama o zaman haksız zeminde olanlar onlar olacaktı. Kendilerine tanınan yargılamayı izleme hakkını kötüye kullanan, duruşmayı engelleyen, bağımsız yargıyı baskı altına alan şiddet taraftarı bir kitle durumuna düşeceklerdi. Bugün ise demokratik bir hakkı, Silivri sanıklarının açık yargılanma hakkını savunmak üzere sokaklara dökülmüş ama "zorbalaşan iktidarın" şiddetiyle karşılaşmış mağduru oynayacaklar. Ve hiç şüpheniz olmasın ki, bu tabloyu yurtdışında bol bol pazarlayacaklar.
Hükümet Silivri'de "zaaf içinde bir iktidar" görüntüsü vermemek için, "testi kırılmadan" tedbir alma yolunu seçti. Ama bu onun bir başka zaafa düşmesine yol açtı: Açık yargılanma hakkını ihlal etmiş bir hükümet durumuna düştü. Demokrasi düşmanlarına haklı zemin kazandırdı.
Güçlü iktidar, demokratik hakların kullanılmasını engellemeden ama düzeni sağlamakta ve yasa dışına çıkanları durdurmakta en küçük bir zaaf göstermeyen iktidardır.
Marifet bu ikisini birlikte gerçekleştirmektir.
Gülay GÖKTÜRK 05 Ağustos 2013 Pazartesi
Haber Lisânı Dili Sosyalmedya Tarihi Sebepler birer perdedirler.
Asıl iş gören, perde arkasında Kudret-i ilahiyedir.Nargilesi ve kahvesiyle yaşlı bir Osmanlı köylüsü... (1890)
Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı
28 Temmuz 2013 Pazar
Vergin: 'AKP 10 yıl daha iktidarda kalır’ dedim diye beni mahvettiler 28 07 2013 Kalbim avucum içinde
Profesör Doktor Nur Vergin, 2008’de verdiği bir röportajda kullandığı
'AKP 10 yıl daha iktidarda kalır'
sözlerinin ardından yaşadıklarıyla
ilgili,
'Beni mahvettiler, sağlığım bozuldu'
dedi
Vergin:
'AKP 10 yıl daha iktidarda kalır’
dedim diye beni mahvettiler.
28 07 2013
Siyaset sosyolojisi alanında tez ve analizleriyle dünya çapında kabul görmüş bilim insanlarından Profesör Doktor Nur Vergin,
2008’de verdiği bir röportajda kullandığı
“AKP 10 yıl daha iktidarda
kalır”
ve
“Mahalle baskısı”
sözlerinin ardından yaşadıklarıyla ilgili
konuştu.
Vergin,
“Beni mahvettiler. Sağlığım bozuldu.
Affetmem!
Çünkü
kötü niyet vardı”
dedi.
Star gazetesinden Selim Efe Erdem’e konuşan Vergin’in verdiği röportajın bir kısmı şöyle:
Beş yaşındayken Ulus gazetesi okurdum
-1941’de İstanbul’da doğmuş ama ilkokuldan doktoranıza kadar
Fransa’da okumuşsunuz. Cumhuriyetin köklü ailelerinin evladı olmak, size
nasıl bir çocukluk yaşattı?
Son derece siyasi bir ailede büyüdüm. Beş yaşındayken Ulus gazetesini
okuyordum. Normal insanların evinde çocuklar o yaşta gazete okumaz. O
derece siyasetle ilgiliydim. II. Dünya Savaşı yılları. Sovyet uçakları
Ankara semalarında uçarsa diye geceleri karartma yapılıyor. Eve gelen
misafirler de hep bunları konuşurdu.
-Evinize gelen misafirler arasında kimler vardı?
Babaannemin (Nedime Conker) ekâbir eşi ahbapları vardı. Mevhibe İnönü
(2’inci Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün eşi), Saraçoğlu’nun eşi (9’uncu
Başbakan Rüşdü Saraçoğlu’nun eşi Sevinç Hanım), ve daha birçok hanım.
Sabah kahvesine, çaya gelirlerdi. Ben de aralarında oynardım.
Stalin’e mektup yazdım, yollanmadı
-Ne konuşurlardı kendi aralarında?
Müthiş bir komünist tehdidi vardı ve ben de çocuk olarak ‘Komünistler
gelecek, bizi Sibirya’ya sürecek’ diye korkuyordum. Babamla (Nurettin
Vergin, İlk Vatikan Büyükelçisi) Fransa’ya gittiğimizde de Stalin
manşetleri gördüm. Sekiz yaşımda Kremlin’e gönderilmek üzere Stalin’e
mektup yazdım: ‘Bizim gibi dünya çocuklarını mahvetmeyin. Dünya
çocukları adına size yalvarıyorum’. Tabii o mektup yollanmadı. Fransa’da
ben ezilirsem, sanki bütün Türkiye ezilecek gibi hissederdim.
Ezilmezsem sanki Türkiye’nin lehine olacaktı. Kendimi Türkiye ile
öylesine özdeşleştirmiştim. Bu yüzden özellikle sınıf arkadaşlarımın
önde olması gereken Fransızca gibi derslerde önde gidiyordum.
-Konuşurken, beden dilinizle teatral bir yetenek
sergiliyorsunuz. Ömrünüzü siyaset sosyolojisine adadığınızı biliyoruz
ama amatör olarak da olsa sahne sanatlarıyla ilgilendiniz mi?
Evet, doğrudur. Zaten üniversitedeki derslerim herhalde bu yüzden
dolardı. Teatral anlatım! Fransa’da ilkokul öğretmenlerim de bunu
söylerdi. Lisede edebiyat hocamız sene sonu şenlikleri için bir piyeste
oynamamı istemişti. Çehov’un iki perdelik bir eseriydi. Edebiyat hocam,
Nobel Ödüllü Albert Camus’nün çocukluk arkadaşıymış. Piyesin genel
provasını hocam, Camus ve bir de ünlü Fransız sinemacı izledi. Bir
sahnede metin gereği kahkaha atıyor ama aynı anda hüngür hüngür ağlıyor
sonra yine kahkaha atıyordum ve bu dikkat çekmiş. Camus ‘Bu küçüğün eğer
hayatta bir yeteneği varsa, o da tiyatro’ demiş. Bunu duyunca Allah!..
Eve gittim ve lise bitince Comedie Française’a gitmek istediğimi
söyledim.
-Aileden onay çıkmadı sanırım...
Ne münasebet, tartışması bile olmadı! Olmaz dendi, bitti! Satır başı...
Liseden sonra altı sene ara verdim ama çok okurdum. Sonra daldım
sevgili üniversitemin kapısından içeri. Önce lisans, yetmez yüksek
lisans. O da bitince babam ‘Tamam, bitti, pılını pırtını topluyorsun,
dönüyorsun’ dedi. Bir yıl burs aldım, sonra Fransa’da bizim TRT’nin
muadili ORTF’ye kamuoyu araştırmacısı olarak girdim. Bir Türk kızı,
Fransız radyo ve televizyonları için kamuoyu araştırmaları ve analizi
yapacak, bunları da aylık rapor halinde kurum genel müdürüne, Fransa
Meclis Başkanı’na ve Senato Başkanı’na sunulacaktı! Orada mutluydum,
çevrem, işim gücüm vardı ve tamamen uyum sağlamış vaziyetteydim ama
Türkiye’ye döndüm.
Diyarbakır’da ‘Türkiye’den mi geliyorsunuz’ diye sordular
-1974’te İstanbul Üniversitesi’nde göreve başladınız? Nasıl bir Türkiye ve üniversite buldunuz?
Türkiye’ye dönünce köylerde, gecekondularda araştırmalar yaptım, çok
güzel şeyler buldum. 12 Eylül öncesi Gültepe gecekondularına,
Diyarbakır’a, Van’a, Mersin’in köylerine gittim. Anadolu’nun hangi
şehrine gitsem, bana ‘İstanbullu musunuz?’ diye sorarlar. Ama
Diyarbakır’da bir pastanede ‘Türkiye’den mi geliyorsunuz?’ denildi. Yıl
1978. Ve bu realiteyi, kimlik bilincinin yeşerdiğini görmemek için ancak
Türk politikacısı olmak gerekir! Şaka bir tarafa, ben politikacı
değildim ama anladım ve sonra yaşananlar beni hiç şaşırtmadı.
-2007 yılında İstanbul Üniversitesi’nden emekli oldunuz. Daha uzun yıllar ders verebilecekken neden üniversiteden ayrıldınız?
Şimdi hastayım ve evdeyim. Seyahat edemiyor, davetlerde de boy
göstermiyorum. Çok nadiren dışarı çıkıyorum. Zaten artık yaşlandım,
mülakat yapmayı da hiç sevmem. Çünkü bir şey oldu...
2008’deki sözlerim nedeniyle sağlığım bozuldu
-‘AKP 10 yıl daha iktidarda kalır’ ve ‘Mahalle baskısı’ sözleriniz 2008’de manşetlere çıktı...
O tam bir suikast gibiydi.
-O röportajdan sonra Türk medyasını ikiye böldünüz, sizi savunanlar ve karşı çıkanlar...
AKP’nin dalkavuğu olarak takdim edildim. AKP iktidarı öncesinde
sattığım bir arsaya imar izni almak istemişim... Bu nedenle ‘AKP 10 yıl
daha iktidarda kalır’ demişim. Bu bir temenniymiş, insan istemediğini
söylemezmiş. İyi de ben partizan değilim ki bir tespit yapıyorum ve bu
gerçekleşme açısından isabetli ya da isabetsiz olabilir! Neler
yazıldı... Saçlarımı yıkamış ve Fransız usulü bir eşarpla gittiğim
kuaför diyor ki ‘Okudum sizi, anlaşıldı, siz de başınızı örtüyorsunuz’.
Oysa saçımı yaptırmaya gelmişim! Böyle bir ortam yani. Beni mahvettiler.
Sağlığım bozuldu. Affetmem! Çünkü kötü niyet vardı. Laiklikten yana
olduğum yazılarım ve genel duruşumdan belli. Ama ikide bir
‘Elhamdülillah laikim’ diyecek halim de yok. Bir arkadaşım ‘Sinir bozan,
senin gibi bir aileden gelen Beyaz Türk’ün bunları söylemesiydi’ dedi.
Kabul, yetiştirilme ve yaşam tarzım hiper Beyaz Türk olabilir. Hatta
bazen diyorum ‘Kim Beyaz Türk kim değil, gelsinler bize sorsunlar’.
Bazıları kendi kendilerini Beyaz Türk ilan ediyor da...
Beyaz Türkler statü kaybı duygusu yaşadı
-Beyaz Türk kimdir?
Bizim toplumumuzda aristokrasi yok ama her toplumda olduğu gibi bir
elit zümre var. Övünmek için söylemiyorum ama bendeniz Cumhuriyet
elitlerinin ürünüyüm. Beyaz Türk olarak, hangi parti iktidarda olursa
olsun toplum içindeki konumumun değişmeyeceğini düşünürdüm. Her zaman
ulaşabileceğim, beni dinleyecek ve yardım edecek birilerinin olduğundan
emindim. Beyaz Türklerdeki ortak kanaat buydu. 2002’den sonra dedim ki
‘A, ben artık vatandaşım’. Yani imtiyazlı vatandaşlıktan düz
vatandaşlığa geçiş! Kabul edelim, bu statü kaybı duygusu da bazılarında
son derece örseleyici olabilir.
Kalbim avucumun içinde
-İmzalarınızı ‘N. Vergin’ şeklinde atıyorsunuz. Conker soyadınızı neden kullanmıyorsunuz?
Bir kere bana mükemmel bir baba olmuş Nureddin Vergin babamı incitmemek
için. Bir de üniversitelerde yoğun bir Kemalist iklim varken benim öz
babamın (Mahmut Conker, diplomat) babası Nuri Conker’in (TBMM
Başkanvekili, Ankara Valisi, Atatürk’ün Balkan Savaşı, Trablusgarp,
Çanakkale ve Kurtuluş Savaşı’nda silah arkadaşı) Atatürk’e yakınlığı
nedeniyle ‘Bakın ben kimin torunuyum’ demek gibi olacaktı. Benim annem
ve babam, ben beş yaşımdayken boşandı. Babaanneciğimin evinde otururken,
birbirlerine karşı beni kimin alacağına dair davalar açtılar. İnanın o
çocuk, o sırada paylaşılamayan yaratık olmanın dayanılmaz zevkini
yaşamıyor. Nihai davayı annem (Müşerref Hanım) kazandı ve sonra Nurettin
Vergin babamla evlendi. O iyi bir üvey baba değildi, bir babaydı.
-Dedeniz Nuri Conker’in Atatürk’ün hiç küsmediği, sonuna kadar
dost kaldığı isim olduğu, ona ‘Kemal’ diye hitap edebilen tek kişi
olduğu söylenir.
Küsmek ne demek! Dedem Atatürk’ün, Selanik’ten okul arkadaşı, silah
arkadaşı ve sırdaşı. Bakınız Nureddin Vergin babamın babası Cevat Paşa
da son Halife Abdülmecit Efendi’nin yakını. Nice’e gittiği zaman
Türkiye’deki hakları için onu vekil tayin etmiş. Şans ise eğer benim
öyle bir şansım var, kadere bakın! Dedem Atatürk’ün, üvey dede de
Halife’nin çok yakınında imiş. Nureddin Vergin babamın annesi Eşref
Hanım da o dönem Hilal-i Ahmer Cemiyeti olarak geçen Kızılay’ın yönetim
kurulu üyesi.
-Laiklik eleştirileri, sizi Türkiye’ye küstürdü mü?
Ülkeme niye küskün olayım ki? Her türlü eleştiriye tamam ama bana
‘Vatan, Millet, Sakarya’ ve Türkiye’ye sadakatim konusunda dil uzatana
gereken yanıtı veririm. Kıbrıs Çıkarması sırasında, Selimiye Kışlası’nı
arayarak harekata katılmak istedim. ‘Altı dil biliyorum. Bu dillerdeki
bütün radyoları dinler, tercüme eder ve tape ederim’ dedim. Telefondaki
komutan bir kahkaha attı ve ‘Size gerek kalmayacak çünkü harekat bir
buçuk gün içerisinde bitecek’ dedi. Soyadımdan dolayı Nurettin Vergin
ile bir akrabalığımın olup olmadığını sordu. ‘Babam’ deyince ‘Kıbrıs’tan
Fırtına’nın selamını söyleyin’ dedi. Babama ‘Fırtına’nın selamı var’
deyince şaşırdı. Sonra öğrendim ki meğer telefonda konuştuğum bey
Kıbrıs’ta mücahit iken, babam da Kıbrıs’a gerekli teçhizatı sokan
kurulun başkanıymış. Şimdi Türkiye uğruna yarım saat kafa yormamış
kişiler kalkıp bana liboş diyecek...
-Hayatını bilime adamış bir akademisyen olarak ‘Ölü balık gibi bakan öğrencileri’ bırakmak zor olmadı mı?
Zor bir konuyu anlamadıklarını görünce tüm sınıfa hitaben ‘Ne o öyle
lodos yemiş baygın balık gibi bakıyorsunuz bana’ dedim. Öğrencilerle
aram çok iyiydi, objektif davranırdım, bana kızmazlardı. 1979’da bir gün
solcu ve sağcı öğrenciler arasında arbede çıktı, iskemleler havada
uçuşuyor. Jandarmalar çocukları sıkıyönetime götürmek için içeri daldı
ama ben onları vermedim. ‘Hadi özür dileyin birbirinizden barışın’
dedim, onlar da barıştı ve Selimiye’ye götürülmediler. Bilkent ve
Marmara’dan ayrılıp yıllar sonra İstanbul Üniversitesi’ne döndüğümde
‘Siz gerçekten öğrencileri sıkıyönetime göndermediniz mi?’ diye soranlar
vardı. Çünkü o sınıftakiler bir alt sınıftakilere anlatmış, onlar da
kendi altlarına ve namım yürümüş. Hocalığı çok severek, kendimden çok
vererek yaptım.
-Samimi açıklamalarınız için teşekkür ederim.
Samimi olduğum size daha önce hiç kimse tarafından söylenmedi mi?
Bugün Anadolu tecrübesinin yerine aynı cemaat, kulüp ve kasttan olma anlayışı egemen kılınmıştır.
28 07 2013 pazar
Tuz kokarsa…
Her yıl Ramazan ayında iç gündemin tartışmaları genelde dini konularda yapılmaktaydı.
Bu yıl bir olay istisna dini tartışmalar gündem oluşturmadı.
Bir kısım dini sorulara verilen cevaplar da magazinsel bir tarzda ele alındı.
Bunlar da 'oruçlu denize girilir mi ve sakız çiğnenir mi' tarzındaydı.
Gündem oluşturan esas tartışma sahurun vaktiyle ilgiliydi.
Bir ilahiyatçıya göre Diyanet sahuru erken sonlandırmakta ve insanlar birkaç saat uzun oruç tutmaktaydı.
Üzülerek gördük ki, kuruma yönelik eleştiri olduğundan tahammül edilir bir düzeyde karşılanmadı.
İddia sahibine yönelik televizyon programını sabote etmek olmak üzere olumsuz davranışlar sergilendi.
Oysa bundan önce ilahiyatçılar arasında daha karmaşık ve gelenekselleşmiş uygulamalara yönelik eleştirilere gerekli müdahale yapılmamıştı.
Son yıllarda toplumda tahammül kültürünün zayıflamakta olduğunu görmekteyiz.
Bir kişinin kendisine göre doğru ama başkasına göre yanlış algılanan bir konu üzerinde kişinin olayı açıklamasına bakılmadan veya gerekçesini dinlemeden hemen karşıt bir kampanya ile linç tavrı devreye girmektedir.
Anlaşılan odur ki insanlar artık birbirlerini dinlemiyor, herkes duymak istediği sese kulak kesiliyor.
Herkes karşısındakini anlama ve ikna etme gayretinden çok boyun eğdirme ve ötekileştirme yarışı içinde.
Oysa Anadolu kültürü farklı inançların, kültürlerin, etnik yapıların ve dillerin bir arada yaşama temelinde oluşmuştu.
Bugün
Anadolu tecrübesinin
yerine
aynı
cemaat, kulüp ve kasttan
olma anlayışı egemen kılınmıştır.
Bu durum ortamda sahici davranışları azaltmış, bunun yerine yapay ve ikiyüzlülüğü artırmıştır. Gelişen olaylar üzerine yapılan 'olaylar bazılarının maskesini düşürmüştür' yorumları geldiğimiz noktayı dramatik biçimde açıklamaktadır.
Merak ediyorum; nasıl bir davranış içindeyiz ki karşımızdaki insan bizim yanımızda gerçek kimliğini maskeleme gereği duyuyor. Bu durum bizim tutumumuzdan mı kaynaklanıyor yoksa karşımızdakinin kişilik zaafı mı? Hangisi daha baskın?
İnandığımız din ve yaşadığımız coğrafyada ki kültür, insanların birbirlerinin yüzüne hakaret ve küfrün dışında, edep dairesi içinde her şeyi söyleyebilme cesareti sağlıyordu. Birlikte yaşamanın getirdiği bir hukuk vardı.
Bir yerde çok yüzlü veya maskeli türler türemiş ise orada arızalı bir durum vardır. Bu arızalı durumun giderilmesi; itaatkâr, tabi ve tebaa insanların yetişmesiyle değil, kimlikli, kişilikli, haksızlık karşısında tavır alan, sorgulayan, eleştiren, iyiliği teşvik eden ve kötülükten sakındıran insanların yetiştirilmesiyle mümkündür.
Öyle bir an içinde yaşıyoruz ki iyilik, doğruluk ve dürüstlük haber değeri taşımaya başladı. Oysa iyilik, doğruluk ve dürüstlük insan olmak, insan kalmanın gereğidir.
Yalnızlaşmanın ve içe kapanmanın arttığı, örnek insan veya rol modellerin azaldığı bir dünyaya evirildik.
Dini sorunlarımızı çözmek ve anlayışlarımızı zenginleştirmek için atanan insanlar kötülüğü, fesadı ve fitneyi çoğaltıyorlarsa artık tuz kokmuştur.
İslam'ın iki şartı vardır: birincisi iman etmek, ikincisi iyilik yapmaktır.
Görevimiz iyilik yapmak, iyiliği teşvik etmek ve kötülüğü önlemektir.
Bugün başkalarının kötülüklerini anlatarak, iyiliği yaygınlaştırmaktan çok kötülüğe meşruiyet kazandırıyoruz.
Hz Peygamberimiz (sav)
'Bir kul, bu dünyada başka bir kulun ayıbını örterse, kıyamet gününde Allah da onun ayıbını örter'
diye buyurdu.
Hz. Mevlana şöyle der:
'Cömertlik ve yardım etmede akarsu gibi ol
Şefkat ve merhamette güneş gibi ol
Başkalarının kusurunu örtmede gece gibi ol
Hiddet ve asabiyette ölü gibi ol
Tevazu ve alçakgönüllülükte toprak gibi ol
Hoşgörürlükte deniz gibi ol
Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol.'
Alija der ki:
Dünyanın bütün büyük dinleri şu basit hakikati öğretmeye çalışır ve hakikatler basittir.
Sana yapılmasını istemediğin şeyi başkasına yapma.
Ya da öyle hareket et ki, davranışların herkes için geçerli olsun;
ne sana göre değişsin ne de başkalarına göre…
SÜLEYMAN GÜNDÜZ
28 07 2013