Tek umutları hükümeti zorbalaştırmak. Globalleşen dünyada, demokrasiler de ancak global bir destek, onay, hayırhah bir tutum ya da en kötüsünden tarafsız bir tutumla çevrelendikleri takdirde rahatça gelişip derinleşebiliyor. Aksi durumda, yani düşmanca bir tutumla sarmalanmış, tecrit edilmiş bir demokrasinin işi gerçekten çok zor. Bunu söylerken sadece global dünyanın siyaset sınıfını kastetmiyorum; aynı zamanda ve daha önemli olarak dünya kamuoyunu kastediyorum. Zaten artık iç ve dış kamuoyunun arasındaki sınırların kalktığı; istikrarlı bir iktidar için hükümetlerin sadece iç kamuoyunda değil, dünya kamuoyunda da meşruiyet aramaları gereken bir çağdayız. Artık ne sandık ne de darbe umudu olmayanlar da bu gerçeği çok iyi bildikleri için, geriye kalan son silahlarını çektiler. Epey bir süredir, var güçleriyle dünya kamuoyunun AK Parti hükümetine karşı cephe alması, iktidarın uluslararası tecride sürüklenmesi için yoğun bir çaba içindeler. Bunu başarabilmelerinin tek yolu ise hükümeti zorbalaştırmak... Gerek haftalardır propagandası yapılan "Ekim ayaklanması"nın, gerekse Silivri'yi meydan savaşına çevirme planlarının arka planında bu umut var. Eski düzeni geri getirme sevdasında olanlar hükümetin hata yapmasının pususuna yatmış durumdalar. Hükümet telaşlanacak, saldıracak, zorbalaşacak, haksız zemine düşecek ve biraz daha tecrit olacak... AK Parti hükümetinin bu planı görmediğini düşünemeyiz. Ne var ki, Silivri'deki karar duruşmasına girişin yasaklanması, plan görülse bile yeteri kadar ciddiye alınmadığını gösteriyor. Yarınki (size göre bugünkü) tabloyu görür gibiyim... Bir yanda Silivri'ye varmak için her yolu denemeye kararlı militan CHP'liler ve İşçi Partililer... (Ulusal kanal spikerinin Gezi olayları sırasında ağzından kaçırdığı gibi) günün, çok sayıda yaralı hatta mümkünse "ünlü" yaralı, hatta ölümle kapanmasından daha fazla hiçbir şey istemiyorlar... Öbür yanda ise, Silivri'de kuş uçurtmamaya kararlı, alınan kararın uygulanmasında en ufak bir zaaf yaşanmasına tahammülü olmayan, tahkimatını kurmuş, bütün yolları kesmiş, bütün çıkışları kapatmış güvenlik güçleri... Bunun sonucu, mutlak çatışma, mutlak şiddettir... Silivri'de değil ama şehrin her yerinde sokak gösterileri, çatışmalardır... Demokrasi düşmanlarına haklı zemin kazandırmak Diyeceksiniz ki bu grupların Silivri'ye gitmelerine izin verilse aynı çatışmalar orada olacaktı. Hem salonda olay çıkaracak, karga tulumba dışarı atılmanın, hatta birkaç yumruk yemenin "başarısını" yaşayacak hem de dışarıda polisle, jandarmayla çatışacak, barikatları yıkmaya çalışacak, yine "mümkün olduğu kadar çok" yaralı vermeye uğraşacaklardı. Ve yine bu olayları iç ve dış kamuoyunda hükümetin "zorbalaşmasının" delili olarak kullanacaklardı. Doğrudur; amaçları hükümeti şiddet ortamına çekmek olanlar, aynı şeyi Silivri'de yapacaklardı. Ama o zaman haksız zeminde olanlar onlar olacaktı. Kendilerine tanınan yargılamayı izleme hakkını kötüye kullanan, duruşmayı engelleyen, bağımsız yargıyı baskı altına alan şiddet taraftarı bir kitle durumuna düşeceklerdi. Bugün ise demokratik bir hakkı, Silivri sanıklarının açık yargılanma hakkını savunmak üzere sokaklara dökülmüş ama "zorbalaşan iktidarın" şiddetiyle karşılaşmış mağduru oynayacaklar. Ve hiç şüpheniz olmasın ki, bu tabloyu yurtdışında bol bol pazarlayacaklar. Hükümet Silivri'de "zaaf içinde bir iktidar" görüntüsü vermemek için, "testi kırılmadan" tedbir alma yolunu seçti. Ama bu onun bir başka zaafa düşmesine yol açtı: Açık yargılanma hakkını ihlal etmiş bir hükümet durumuna düştü. Demokrasi düşmanlarına haklı zemin kazandırdı. Güçlü iktidar, demokratik hakların kullanılmasını engellemeden ama düzeni sağlamakta ve yasa dışına çıkanları durdurmakta en küçük bir zaaf göstermeyen iktidardır. Marifet bu ikisini birlikte gerçekleştirmektir. Gülay GÖKTÜRK 05 Ağustos 2013 Pazartesi

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

30 Temmuz 2013 Salı

Gezi'nin siyasî felsefesi: Totalitarizm 30 07 2013 Salı Demokrasiye karşı Kemalist Gezi Kalkışması Gezi'den niçin özgürlükçü bir siyasî yapılanma çıkmaz

Gezi'nin siyasî felsefesi: Totalitarizm

Gezi'de ne yaşandı?

Gezi'den ne çıkar? 

Atatürkçülere, sosyalistlere, İşçi Partililere, TKP'lilere, M. Kemal'in askerlerine, Ergenekon mahkûmlarına, E. Özkök'e göre Gezi'de bir devrim oldu ve demokrasiye doğru gitmesi için Türkiye gemisinin yelkenlerini rüzgârla doldurdu.

 Siyasete yeni tarzlar ve ufuklar kazandırdı. Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak. Zira Gezi'de yeni bir gençlik ortaya çıktı. 

Bu gençlik özgürlükten başka bir şey istemiyor. 

Yaşlı kuşakların değerlerini ve tarzlarını reddediyor ve kendi değer sistemini, özgün yöntemlerini geliştiriyor.

 Herkese müjde, ülkenin geleceğini bu harika kuşak belirleyecek…

Gezi üzerine güzellemeler döktürenlerin ve şiddet sevdikleri aşikâr olan eylemcilere yağ çekenlerin bu tür yorumlarını şaşkınlıkla gözlemliyorum.

 

 Ben bu gençliğin ilerde ne yapacağını size şimdiden söyleyeyim.

 

 Önemli bir bölümü zaten CHP'li ailelerden geliyor. 

Zamanla çoğu CHP'ye resmen girip örgütte yer kapmaya çabalayacak. 

Bir kısmı partinin Bizans labirentlerinde kaybolup gidecek. 

Bir kısmı klasik CHP tarzı siyaseti aşkla benimseyip bildik CHP'liye dönüşecek. 

Yaşlandıkça Gezi'de ne harikalar yarattıklarını anlatmak çoğunun diline vuracak.

 Önce çocuklarına sonra belki torunlarına nasıl bir biber gazı kapsülünü tekmeleyip kendilerinden uzaklaştırdıklarını, polis kalkanına tüm güçlerini toplayıp okkalı bir tekme indirdiklerini, geceler boyu polise ellerine ne geçerse fırlattıklarını, sağı solu ateşe verdiklerini hikâye ederek vadelerini doldurmaya çalışacak.

Tarihin tür tür okumaları var. 

Sosyalist devrimci iseniz, 1968 öğrenci olayları size tarihin hem başlangıcı hem sonu gibi görünür. 

Ne yıldı ama! 

Mayıs ayında Paris sokakları alev alevdi. 

Özgürlük diye haykıran gençler yerleşik düzeni yıkmak için meydanlardaydı. 

O zamanlarda da sosyologlar, gazeteciler, siyasîler geleceğe ilişkin kehanetler döktürmekteydi. 

Dünya yeniden kurulmaktaydı, nasıl olacağını gençler belirleyecekti.

 Gençler belirledi hakikaten, ama Paris'tekiler değil, aynı sıralarda İskoçya'da St. Andrews Üniversitesi'nde Hayek okumaları yapmaya başlayanlar.

 1968'ten sonraki otuz yılda Paris'li şiddet meftunu devrimci gençler değil, uygarlık ve özgürlüğün en iyi açıklamalarından birini yapmış büyük kafalardan Hayek'in izinden giden sakin gençler dünyaya yön verdi.

Gezi'den niçin özgürlükçü bir siyasî yapılanma çıkmaz?

 Yansıttığı siyasî felsefenin nitelikleri yüzünden. Orada egemen felsefe sosyalizm, nasyonal sosyalizm, faşizm, Atatürkçülük'tü.

 Bunlar kurucu rasyonalist, bireyi ve toplumu yeniden yaratmayı amaçlayan, toplum mühendisliğini esas yöntem olarak benimseyen, şiddeti seven, savaş taraftarı, totaliter felsefeler.

 Barışa değil çatışmaya, uygarlıkta ilerlemeye değil gerilemeye, özgürlüğe değil köleliğe hizmet edebilirler.

 Siyasî felsefe deyip geçmeyin, temel insanî problemlere cevaplar onda yatıyor. 

İşte bu yüzden Gezi'yi doğru anlamak ve oradan ne çıkabileceğiyle ilgili isabetli tahminlerde bulunmak için hangi felsefenin Gezi'de hükümran olduğuna bakmak lâzım. 

Anketlerde bazı işgalcilerin 

'özgürlük istiyoruz' 

 cevabını vermiş olması parkta egemen felsefenin özgürlük karşıtı olduğu gerçeğini gözden gizleyemez. 

Çarlığa Lenin'in öncülüğünde saldıran sosyalist devrimciler de özgürlük istediler ve vaat ettiler. 

Sonuç tarihin en özgürlüksüz sistemiydi. 

Özgürlük birey tarafından sadece kendisi için istendiği zaman ulaşılmaktan ziyade herkes için istendiğinde elde edilebilir bir değerdir. 

Yani, 'kimse bana karışmasın, gerisi umurumda değil' özgürlüğü ile özgürlüğün genel bir değer olarak herkes için var olması ve kurumsallaşması ayrı ayrı şeylerdir…

Yine de Gezi olaylarının iki siyasî faydası oldu. Birincisi, Kemalistlerin biraz sivilleşmeye başlaması. Eskiden başkalarının çocuklarını başkalarına karşı kullanırlar, birbirlerine kırdırırlardı.

 Şimdi, mecburen, kendileri ve çocukları eylem peşindeler. 

Bunu, şiddete bulaşmadıkları sürece, memnuniyetle karşılıyor ve destekliyorum. 

Umarım dilleri de çok geçmeden sivilleşmeye başlar. 

Savaş diliyle barışçı olunamaz ve barış kurulamaz. 

İkincisi, muhafazakâr taban evinde oturup organize bir azınlığın taşkınlıklarını, seçilmiş iktidarı alenî darbe veya sokak şiddetiyle alaşağı etme çabalarını seyretmek yerine meydanlara dökülerek oyuna sahip çıkma eğilimi ve alışkanlığı kazanmaya başladı. 

Bu, demokrasinin çok hayrına. 

 

 Böyle bir irade 1950'lerde var olsaydı Menderes'e darbe yapılamazdı. 

 

Demokratlar demokrasiye gayri meşru müdahalelere karşı her yol ve yöntemle direneceğini söz ve eylemleriyle açıkça beyan ederse kötü hevesliler ayağını denk almak zorunda kalır. 

Demokrasiye karşı Kemalist Gezi Kalkışması siyasî kültürümüzün bu istikamette gelişmesi için bir kıvılcım çaktı.

 30 07 2013 Salı 
ATİLLA YAYLA


'Ortada sandık var…'

Hem demokrasiye karşı Gezi kalkışması hem Mısır'daki darbe sürecinde demokrasilerde sandığın yeriyle ilgili tartışmalar alevlendi. Demokrasi sicili bozuk kimileri demokrasinin sandıkla özdeş olmadığı tezine sarılarak hem hükümeti hem de sokak şiddetiyle hükümeti alaşağı etme çabalarına karşı çıkanları ve Mısır'daki darbeyi kınayanları eleştirmeye çalıştı. Ne yazık ki bazı demokrat kalemler de yanılgıya düştü ve bu kimselerle birlikte saf tuttu.

Şüphe yok ki, demokrasi dar anlamda sandıkla özdeşleştirilemez. Sandığa dikkat çekenlerin amacı sandık eşittir demokrasi demek değil, demokraside sandığın vazgeçilmezliğini ve ikame edilemezliğini vurgulamak. Sandık demokrasinin tanımında bile önemli yer işgal ediyor. Huntington gibi siyaset bilimciler iktidarın iki defa seçimle el değiştirdiği siyasî sistemleri demokrasi olarak adlandırır. Başka bazı siyaset bilimciler demokrasiyi iktidar partisinin seçimleri kaybetme ihtimalinin olduğu sistemler olarak vasıflandırır. Bu yüzden, demokratik sandık demokrasinin en büyük tezahürü ve işaretidir. Seçim demokrasinin en mühim mekanizmasıdır. Oy verme zamanı demokrasinin bayramıdır. Sandık demokrasinin nişanesidir. Sandık derken elbette demokrasi olma iddiası taşıyan yerlerdeki sandığı kast ediyoruz, her sandığı değil. Otoriter ve totaliter ülkelerdeki sandık demokratik ülkelerdeki sandıkla aynı anlamı taşımaz. Örneğin, Suriye'de iç savaştan önceki sandığın veya eski Sovyetler Birliği'ndeki sandığın demokratik sandıkla bir alâkası yoktu. Bu yüzden, tek parti diktatörlüğümüzün 1946 seçimlerindeki sözüm ona sandığına atıf yapıp sandık demokrasiye yetmez tezine destek çıkarmaya çalışmak bir metodolojik hata.

Demokraside sandık buzdağının su üstündeki kısmıdır. Bir yerde eğer demokratik seçim sandıkları kurulabiliyorsa bu bize orada demokrasinin temel değer ve kurumlarının iyi kötü var ve işlemekte olduğunu gösterir. Bunlar nelerdir? Birden çok ve kelimenin gerçek anlamında siyasî parti. Tek insan tek oy ve herkesin seçimle gelinen makamlara talip olabilmesi anlamında siyasî eşitlik. Yarışmacı, âdil, periyodik ve güvenilir denetim altında seçimler. İfade ve teşkilatlanma özgürlüğü. Muhalefetin meşru ve alenî olması. Seyahat özgürlüğü. Mülkiyet edinebilme ve maddî varlıkları tercihe göre kullanabilme hakkı. Meslek seçme ve icra etme serbestisi. Demokratik sandığın varlığı bunların bir şekilde ve bir dereceye kadar mevcut olduğunu ve fonksiyonlarını yerine getirdiğini gösterir.

Kısaca demokrasi dediğimiz şeyin asıl adı liberal demokrasidir. 'Liberal olmayan demokrasi' diktatörlüğün kibar görünen türüdür. Liberal düşüncenin demokrasiye katkısı ise birey hak ve özgürlüklerinin korunması için sıkı bir insan hakları rejimi, yatay ve dikey kuvvetler ayrılığı, hukukun hâkimiyeti, sınırlı devlettir. İşte bu çerçeve içinde derneklerin, vakıfların, iktisadî ve sosyal kuruluşların cirit attığı bir güçlü sivil toplum oluşabilir. Ancak, sivil toplum kuruluşları tek tek veya grup hâlinde zorla uygulanma hakkına sahip kamusal kararlar alamazlar. Kararları yalnızca kendi üyelerini bağlar. Toplumsal çoğulculuk harika bir şey, liberal demokrasi bunun en büyük garantisi. Ama toplumsal hayat çelişen talepler ve duruşlar ortamında kamusal kararların alınmasını gerektiriyor. O zaman 'kim bu kararları alma yetkisine sahip olmalı?' sorusu karşımıza çıkıyor. Kim? Elbette, kerameti kendinden menkul platformlar değil, seçimle gelenler.

Seçimle oluşturulan yönetimlerin muhtemel hatalarının engellenmesi ve sınırlanması için liberal demokrasi bazı yol ve yöntemlere sahiptir. Kamusal karara bağlanması gereken konuların azaltılması, karar yetkilerinin adem-i merkezileştirilmesi, kararların yargısal denetime tabi tutulması gibi. Bir başka mekanizma da bir iktidarın hatasının bir sonraki iktidar tarafından düzeltilmesidir. Bu yöntem, yani sandığa dayanan bir rejim kabul edilmezse, başka türlü, işler bir demokratik kamusal karar alma yöntemi geliştirilemez ve istikrarlı ve meşru bir siyasî yönetim teşkil edilemez.

Bazıları, öyle görünüyor ki, demokrasi ve sandık ilişkisi söz konusu olduğunda, 'ortada sandık var yandan geç' demelerine yol açabilecek bir kişisel öfke içinde. Yazık, bunun nihaî tahlilde demokrasiden vazgeçmek anlamına geleceğinin farkında değiller. Ben bu çizgideki arkadaşların, her ne sebeple olursa olsun, demokrasiden vazgeçmek isteyeceklerine ihtimal vermek istemiyorum. Bu yüzden, demokrasiye sahip çıkmanın demokratik sandığa sahip çıkmakla başladığını kendilerine hatırlatmayı bir görev telakki ediyorum. 

 

Başlarken

Benim asıl mesleğim akademisyenlik, üniversite hocalığı. 1984'ten beri bu işi sürdürüyorum. Sırasıyla Ankara, Hacettepe ve Gazi Üniversitesi'nde çalıştım. Belki ileride anlatırım, sistemle çatışmam yüzünden, yardımcı doçentlikten profesörlüğe kadar, akademik yükselmelerim her kademede sıkıntılı oldu. Ruhumuza uygun bir yer olmadığı düşüncesiyle ailece yıllarımızı harcadığımız Ankara'yı terketmeye karar verince 2009 yazında İstanbul'a taşındık. Yeni şehrimizde yeni kurulmuş olan Plato Meslek Yüksekokulu'nda idarecilik görevini üstlendim. 2012 yılı başında İstanbul Ticaret Üniversitesi'ne geçtim. Hâlen aynı yerde Uluslararası İlişkiler Bölümü Başkanı olarak görev yapmaktayım. Mesleğimi, iş ortamımı, öğrencilerim ve meslektaşlarımla birlikte olmayı seviyorum. Devamlı yeni bilgiler öğrenmek, üretmek ve bunları genç nesillere aktarmak gerçekten çok zevkli ve benim yapıma gayet uygun. Şimdiye kadar binlerce öğrencim oldu ve hangi kökenden, görüşten ve meşrepten olurlarsa olsunlar hemen hepsiyle güzel hoca - öğrenci ilişkileri yaşadım, yaşıyorum. Dünyaya yeniden gelseydim öğretim üyeliği mesleğini tekrar seçmekte hiç tereddüt etmezdim.

Bununla beraber, hiçbir zaman, toplumdan kendimi tecrit ederek, fildişi kulede yaşayan, insanların yaşadığı problemlerden habersiz bir akademisyen olmadım. Toplumsal meselelere her zaman ilgi gösterdim, gösteriyorum. Bu çerçevede, geride kalan yıllarımda, öğretim üyeliğine ilaveten, iki şey daha yaptım. İlk olarak, entelektüel sivil toplum kuruluşu faaliyetleri yürüttüm. Kurucularından olduğum ve uzun süre yönetim kurulu başkanlığı görevini üstlendiğim Liberal Düşünce Topluluğu'nun yirmi yılı aşan serüveninde toplantı organizasyonlarından yayıncılık faaliyetlerine kadar her alanda daima aktiftim. İkinci olarak, disiplinli akademik çalışmalarla yetinmeyip, popüler yazılar yazdım. Bu doğrultuda ilk ciddî adımı 1980'lerin ortalarında, ilginç bir entelektüel göç yolculuğu yaşamaktayken, bir başka deyişle bir paradigma değişikliği sürecinde ilerlemekteyken, Yeni Forum Dergisi'nde attım. Dergide onbeş günde veya ayda bir yazdığım oldu. LDT'nin kuruluşunun ardından ve medyanın yavaş yavaş çeşitlenmeye başlamasıyla gazetelerin yorum – görüş sayfalarına yöneldim. 1990'ların başlarında Yeni Şafak, Yeni Yüzyıl, Radikal ve Zaman'da, düzenli olmayan aralıklarla, daha sonra bazılarını kitaplarımda derlediğim yazılar kaleme aldım. İlk düzenli yazma işine değerli arkadaşım Ahmet Tükel'in isteğiyle İzmir Ticaret Gazetesi'nde koyuldum. 2005 – 2006'da, bir yıldan fazla, daha çok iktisadî ama teknik olmaktan ziyade politik ekonomiyi ilgilendiren konularda, haftada iki kez yorumlar hazırladım. 2008 son baharında, gönüllü İngiltere sürgününden dönüşümün hemen ardından, Zaman gazetesinden gelen haftada bir düzenli yazma teklifini kabul ettim. Yaklaşık beş yıl boyunca, bir hafta bile aksatmadan, her Cuma, Zaman'da bir yazıyla yer aldım. Şimdi ise daha sık yazmak üzere Yeni Şafak'tayım.

Köşe yazmak insana bir imkân sağladığı gibi sorumluluklar da yüklüyor. Bu yüzden bu ilk yazıda hangi değerlere ve ilkelere bağlı olarak kalem oynatacağımı açıklamak istiyorum. Ben temel insanî değerler olarak hürriyet, adâlet ve barışı benimsiyorum. Bu değerlerin insan onuruna yakışır, özgür, müreffeh ve şiddetin asgariye indirildiği bir bireysel ve toplumsal hayat için şart olduğunu ve pozitif içerik empoze eden değil ortak yaşama kurallarını koruyan yapıları sayesinde toplumsal çeşitliliği azamî ölçüde muhafaza etmemizi sağlayacağını düşünüyorum. Ekonomik model olarak piyasa ekonomisini, siyasî sistem olarak liberal demokrasiyi savunuyorum.

Fikirlerin gücüne inanırım ve doğru olduğunu düşündüğüm fikirleri kuvvetle savunurum, ama yanlış oldukları gösterildiğinde onları terk etmekten çekinmem. F. A. Hayek'in nasihatine uyarak, elimde parçalamak için bir baltayla veya her derde deva diye sunmak için bir merhemle gazete sayfalarında olmayacağım. Yazı hayatımda hiçbir zaman kişilerle ve kişiliklerle uğraşmadım, hep fikirleri ve sistemleri hedef aldım. Burada da böyle yapacağım. P. Salin'in altını dikkatle çizdiği, 'insanlara karşı nazik fakat fikirlere karşı acımasız olma' ilkesine uyacağım. Kişilik haklarına daima saygı göstereceğim.

Tarzıma en uygun mecralardan biri olduğuna inandığım Yeni Şafak'ta okuyucularımla düzenli buluşacak olmaktan mutluluk duyuyorum. 'Hoş geldin' dendiğini duyar gibiyim. Hoş bulduk.

 

Bugün Anadolu tecrübesinin yerine aynı cemaat, kulüp ve kasttan olma anlayışı egemen kılınmıştır. 28 07 2013 pazar Tuz kokarsa… Her yıl Ramazan ayında iç gündemin tartışmaları genelde dini konularda yapılmaktaydı. Bu yıl bir olay istisna dini tartışmalar gündem oluşturmadı. Bir kısım dini sorulara verilen cevaplar da magazinsel bir tarzda ele alındı. Bunlar da 'oruçlu denize girilir mi ve sakız çiğnenir mi' tarzındaydı. Gündem oluşturan esas tartışma sahurun vaktiyle ilgiliydi. Bir ilahiyatçıya göre Diyanet sahuru erken sonlandırmakta ve insanlar birkaç saat uzun oruç tutmaktaydı. Üzülerek gördük ki, kuruma yönelik eleştiri olduğundan tahammül edilir bir düzeyde karşılanmadı. İddia sahibine yönelik televizyon programını sabote etmek olmak üzere olumsuz davranışlar sergilendi. Oysa bundan önce ilahiyatçılar arasında daha karmaşık ve gelenekselleşmiş uygulamalara yönelik eleştirilere gerekli müdahale yapılmamıştı. Son yıllarda toplumda tahammül kültürünün zayıflamakta olduğunu görmekteyiz. Bir kişinin kendisine göre doğru ama başkasına göre yanlış algılanan bir konu üzerinde kişinin olayı açıklamasına bakılmadan veya gerekçesini dinlemeden hemen karşıt bir kampanya ile linç tavrı devreye girmektedir. Anlaşılan odur ki insanlar artık birbirlerini dinlemiyor, herkes duymak istediği sese kulak kesiliyor. Herkes karşısındakini anlama ve ikna etme gayretinden çok boyun eğdirme ve ötekileştirme yarışı içinde. Oysa Anadolu kültürü farklı inançların, kültürlerin, etnik yapıların ve dillerin bir arada yaşama temelinde oluşmuştu. Bugün Anadolu tecrübesinin yerine aynı cemaat, kulüp ve kasttan olma anlayışı egemen kılınmıştır. Bu durum ortamda sahici davranışları azaltmış, bunun yerine yapay ve ikiyüzlülüğü artırmıştır. Gelişen olaylar üzerine yapılan 'olaylar bazılarının maskesini düşürmüştür' yorumları geldiğimiz noktayı dramatik biçimde açıklamaktadır. Merak ediyorum; nasıl bir davranış içindeyiz ki karşımızdaki insan bizim yanımızda gerçek kimliğini maskeleme gereği duyuyor. Bu durum bizim tutumumuzdan mı kaynaklanıyor yoksa karşımızdakinin kişilik zaafı mı? Hangisi daha baskın? İnandığımız din ve yaşadığımız coğrafyada ki kültür, insanların birbirlerinin yüzüne hakaret ve küfrün dışında, edep dairesi içinde her şeyi söyleyebilme cesareti sağlıyordu. Birlikte yaşamanın getirdiği bir hukuk vardı. Bir yerde çok yüzlü veya maskeli türler türemiş ise orada arızalı bir durum vardır. Bu arızalı durumun giderilmesi; itaatkâr, tabi ve tebaa insanların yetişmesiyle değil, kimlikli, kişilikli, haksızlık karşısında tavır alan, sorgulayan, eleştiren, iyiliği teşvik eden ve kötülükten sakındıran insanların yetiştirilmesiyle mümkündür. Öyle bir an içinde yaşıyoruz ki iyilik, doğruluk ve dürüstlük haber değeri taşımaya başladı. Oysa iyilik, doğruluk ve dürüstlük insan olmak, insan kalmanın gereğidir. Yalnızlaşmanın ve içe kapanmanın arttığı, örnek insan veya rol modellerin azaldığı bir dünyaya evirildik. Dini sorunlarımızı çözmek ve anlayışlarımızı zenginleştirmek için atanan insanlar kötülüğü, fesadı ve fitneyi çoğaltıyorlarsa artık tuz kokmuştur. İslam'ın iki şartı vardır: birincisi iman etmek, ikincisi iyilik yapmaktır. Görevimiz iyilik yapmak, iyiliği teşvik etmek ve kötülüğü önlemektir. Bugün başkalarının kötülüklerini anlatarak, iyiliği yaygınlaştırmaktan çok kötülüğe meşruiyet kazandırıyoruz. Hz Peygamberimiz (sav) 'Bir kul, bu dünyada başka bir kulun ayıbını örterse, kıyamet gününde Allah da onun ayıbını örter' diye buyurdu. Hz. Mevlana şöyle der: 'Cömertlik ve yardım etmede akarsu gibi ol Şefkat ve merhamette güneş gibi ol Başkalarının kusurunu örtmede gece gibi ol Hiddet ve asabiyette ölü gibi ol Tevazu ve alçakgönüllülükte toprak gibi ol Hoşgörürlükte deniz gibi ol Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol.' Alija der ki: Dünyanın bütün büyük dinleri şu basit hakikati öğretmeye çalışır ve hakikatler basittir. Sana yapılmasını istemediğin şeyi başkasına yapma. Ya da öyle hareket et ki, davranışların herkes için geçerli olsun; ne sana göre değişsin ne de başkalarına göre… SÜLEYMAN GÜNDÜZ 28 07 2013