Tek umutları hükümeti zorbalaştırmak.
Globalleşen dünyada, demokrasiler de ancak global bir destek, onay, hayırhah bir tutum ya da en kötüsünden tarafsız bir tutumla çevrelendikleri takdirde rahatça gelişip derinleşebiliyor. Aksi durumda, yani düşmanca bir tutumla sarmalanmış, tecrit edilmiş bir demokrasinin işi gerçekten çok zor.
Bunu söylerken sadece global dünyanın siyaset sınıfını kastetmiyorum; aynı zamanda ve daha önemli olarak dünya kamuoyunu kastediyorum. Zaten artık iç ve dış kamuoyunun arasındaki sınırların kalktığı; istikrarlı bir iktidar için hükümetlerin sadece iç kamuoyunda değil, dünya kamuoyunda da meşruiyet aramaları gereken bir çağdayız.
Artık ne sandık ne de darbe umudu olmayanlar da bu gerçeği çok iyi bildikleri için, geriye kalan son silahlarını çektiler. Epey bir süredir, var güçleriyle dünya kamuoyunun AK Parti hükümetine karşı cephe alması, iktidarın uluslararası tecride sürüklenmesi için yoğun bir çaba içindeler. Bunu başarabilmelerinin tek yolu ise hükümeti zorbalaştırmak...
Gerek haftalardır propagandası yapılan "Ekim ayaklanması"nın, gerekse Silivri'yi meydan savaşına çevirme planlarının arka planında bu umut var. Eski düzeni geri getirme sevdasında olanlar hükümetin hata yapmasının pususuna yatmış durumdalar. Hükümet telaşlanacak, saldıracak, zorbalaşacak, haksız zemine düşecek ve biraz daha tecrit olacak...
AK Parti hükümetinin bu planı görmediğini düşünemeyiz. Ne var ki, Silivri'deki karar duruşmasına girişin yasaklanması, plan görülse bile yeteri kadar ciddiye alınmadığını gösteriyor.
Yarınki (size göre bugünkü) tabloyu görür gibiyim...
Bir yanda Silivri'ye varmak için her yolu denemeye kararlı militan CHP'liler ve İşçi Partililer... (Ulusal kanal spikerinin Gezi olayları sırasında ağzından kaçırdığı gibi) günün, çok sayıda yaralı hatta mümkünse "ünlü" yaralı, hatta ölümle kapanmasından daha fazla hiçbir şey istemiyorlar...
Öbür yanda ise, Silivri'de kuş uçurtmamaya kararlı, alınan kararın uygulanmasında en ufak bir zaaf yaşanmasına tahammülü olmayan, tahkimatını kurmuş, bütün yolları kesmiş, bütün çıkışları kapatmış güvenlik güçleri...
Bunun sonucu, mutlak çatışma, mutlak şiddettir... Silivri'de değil ama şehrin her yerinde sokak gösterileri, çatışmalardır...
Demokrasi düşmanlarına haklı zemin kazandırmak
Diyeceksiniz ki bu grupların Silivri'ye gitmelerine izin verilse aynı çatışmalar orada olacaktı. Hem salonda olay çıkaracak, karga tulumba dışarı atılmanın, hatta birkaç yumruk yemenin "başarısını" yaşayacak hem de dışarıda polisle, jandarmayla çatışacak, barikatları yıkmaya çalışacak, yine "mümkün olduğu kadar çok" yaralı vermeye uğraşacaklardı. Ve yine bu olayları iç ve dış kamuoyunda hükümetin "zorbalaşmasının" delili olarak kullanacaklardı.
Doğrudur; amaçları hükümeti şiddet ortamına çekmek olanlar, aynı şeyi Silivri'de yapacaklardı. Ama o zaman haksız zeminde olanlar onlar olacaktı. Kendilerine tanınan yargılamayı izleme hakkını kötüye kullanan, duruşmayı engelleyen, bağımsız yargıyı baskı altına alan şiddet taraftarı bir kitle durumuna düşeceklerdi. Bugün ise demokratik bir hakkı, Silivri sanıklarının açık yargılanma hakkını savunmak üzere sokaklara dökülmüş ama "zorbalaşan iktidarın" şiddetiyle karşılaşmış mağduru oynayacaklar. Ve hiç şüpheniz olmasın ki, bu tabloyu yurtdışında bol bol pazarlayacaklar.
Hükümet Silivri'de "zaaf içinde bir iktidar" görüntüsü vermemek için, "testi kırılmadan" tedbir alma yolunu seçti. Ama bu onun bir başka zaafa düşmesine yol açtı: Açık yargılanma hakkını ihlal etmiş bir hükümet durumuna düştü. Demokrasi düşmanlarına haklı zemin kazandırdı.
Güçlü iktidar, demokratik hakların kullanılmasını engellemeden ama düzeni sağlamakta ve yasa dışına çıkanları durdurmakta en küçük bir zaaf göstermeyen iktidardır.
Marifet bu ikisini birlikte gerçekleştirmektir.
Gülay GÖKTÜRK 05 Ağustos 2013 Pazartesi
Haber Lisânı Dili Sosyalmedya Tarihi Sebepler birer perdedirler.
Asıl iş gören, perde arkasında Kudret-i ilahiyedir.Nargilesi ve kahvesiyle yaşlı bir Osmanlı köylüsü... (1890)
Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı
28 Temmuz 2013 Pazar
Türkiye, Kemalist emekli dünyasına ait bir dış politika tercihi işaretini verdiği andan itibaren fazlaca emek harcamadan hızla ilişkilerini düzeltebilir
Türkiye, Kemalist emekli dünyasına ait
bir dış politika tercihi işaretini verdiği andan itibaren fazlaca emek
harcamadan hızla ilişkilerini düzeltebilir.
Bunun anlamı ise başarı
değil.
Ama bu durum sadece iddiasız ve anlamsız bir aktöre dönüşmek olsa
iyiydi;
aynı zamanda bölgesel jeopolitikte ciddi bir pozisyon kaybıdır
da.
Taksim nihilizminin en hararetli
ideolojik tedarikçisine dönüşen sol-liberal dünya; önemli bir
tartışmanın nereye doğru yöneleceğine dair ciddiye alınması gereken
işaretler de verdi. Tartışmamız, yeni Türkiye’de, ‘Kemalizm’in ne
olacağı’ konusudur.
Önümüzdeki dönem için post-Kemalizm mi
neo-Kemalizm mi arzu edilmektedir? Sol-liberal aktörlerin Taksim
olaylarıyla beraber başlayan Kemalizm ve Liberaller arasında tazelenen
nikahtan mütevellit ‘öze dönüş’ analizleri ardı sıra gelmeye başladı.
Bir gün ‘dış politika eleştirisi’ formunda diğer gün ‘devleti ele
geçiriyorlar’ kılığında arzı endam ediyorlar. Kâh Mısır üzerinden
Kemalizm’e methiye şeklinde; kâh çözüm sürecini gerçekten kesintiye
uğratacak bir provokasyon beklentisi olarak nüksediyor. Manzaraya
bakılırsa, daha uzunca bir süre ‘post-Kemalizm dünyası’ ufukta
görünmeyecektir. Çünkü sol-liberal kesimler büyük ölçüde sekülerizm
ortak havuzunda, Kemalizme omuz vermekten hiç yüksünmüyorlar. Yeni
dönemde siyasal bir pozisyon inşa edemeyen liberalizmin, oldukça ilkel
bir tenasüh ile neo-Kemalizmin cesedinde arzı endam edeceğini
göreceğiz.
Çocuksu yakınma dili
Neo-Kemalizmin
son dönemdeki popüler konusu ‘dış politika eleştirisi’ şeklindeki
analizler. Neredeyse 2007’de ulusalcıların tek merkezden pompalanan
‘ülke elden gidiyor’ emaillerindeki düzeyin ötesine geçmeyecek derecede
birbirini tekrarlayan ve konu başlıklarını sıralayıp ardından ‘iflas
etmiş dış politika’ ilanlarından geçilmiyor. Ultra nasyonalist bir
kalemle liberal bir kalemin; Kemalist bir gazete manşeti ile ‘liberal
bir gazetenin’ dış politika manşetlerinin pişti olmaya başladığı bir
döneme girdik. Oysa daha sakin ve daha bilgi dolu tartışmalar ışığında
Türk dış politikasının eleştirilmesine ihtiyaç var. Sahadan kopmayan,
aktörlerle hem hal olan, tercüme faaliyeti yerine doğrudan ünsiyet
kuran, kavramsal ve pratik çerçeveyi farklı ideolojik yaklaşımlarla ele
alan tartışmalara ihtiyaç var. Dış politika yapımında en fazla
‘katılımcılık’ istemesi gerekenlerin Kemalizme savrulması sadece
tartışmanın düzeyini düşürmemekte; aynı zamanda politika yapımına
katkıyı da imkansız hale getirmektedir.
Dış politikada Türkiye’nin
dışında gelişen yüzlerce farklı dinamiğin ortaya çıkardığı sonuçlarla,
Türk dış politikasının ilişki kurma biçimi bir eleştiri konusu
yapılabilir. Bunda fazlaca bir sıkıntı yok. Bu ilişkinin ‘tarzı,
ideolojik eğilimleri ve stratejisine’ dair somut eleştiriler de
yapılmalıdır. Fakat eleştiri sahiplerinin kahir ekseriyetinde bu düzeyde
bile bir tenkit görmek mümkün değil. Büyük ölçüde çocuksu bir yakınma
dili hakim. Bu yakınmanın da ölçüsü oldukça basit bir suale yaslanıyor:
Kaç ülkeyle ilişkimiz iyi? Soru kendi içerisinde tutarlı ama liberal
indirgemeci dünyada, ancak Türk dış politikasının bütün bağlamını yok
sayarak sorulabiliyor. Ya da başka bir deyişle, akıl almaz bir soyutlama
ile neredeyse Türkiye’yi coğrafi olarak Norveç’te, siyasi olarak
Martinik’te ve ekonomik olarak Kuveyt’te olduğu varsayılarak sorulan bir
soru.
Türkiye jeopolitik anlamda üç eko-sistemin ortasında ya da
etkisinde olan bir ülke. Her üç sistemin ortaya çıkardığı negatif veya
pozitif akım doğrudan Türkiye’yi etkiliyor. Türkiye, Soğuk Savaş sonrası
hala ekonomi-politik normalleşmesini yaşamaya çalışan Kafkasya,
krizlerini hitama erdirip ayakları üstüne kalkmaya çalışan Balkanlar,
ekonomik krizi derinleşen Avrupa ve son olarak da son yirmi yılına
işgaller ve krizlerin damga vurduğu Ortadoğu ve Kuzey Afrika’nın
ortasında bulunmaktadır. Türkiye’nin ilişkilerinde iniş çıkışlar ve
sorunlar yaşadığı ülkelerde neler olup bittiğine bakmaksızın, salt
‘ilişkinin kendisini veya an itibariyle statüsünü’ konuşup duran liberal
yaklaşımın, anlamlı ve ciddi bir analiz yaptığı söylemek gerçekten
mümkün değildir. Bu ciddiyetsizliği kamufle etmek için dillendirilen
‘ülkelerin iç ilişkilerine bulaşmadan ilişkimizi sürdürmemiz lazım’ tezi
ise sadece apolitik ve anlamsız bir yaklaşım değil aynı zamanda
Türkiye’yi Lüksemburg’un komşusu zanneden veya olabileceğini düşünen bir
bakış açısını temsil ediyor.
Başarılı dış politika nedir
Türkiye’nin
bütün sınırlarından yüzlerce km yol almanıza rağmen hala benzer bir
siyasal coğrafyada bulunuyorsanız, ders kitaplarındaki ‘başka ülkelerin
işlerine bulaşmama’ işinin zannedildiği kadar kolay hayata
geçirilmeyeceğini en azından bilmeniz gerekir. Hele bunu son yirmi
yılını dünyada her şeyin küreselleştiği, sermaye ve beraberinde taşıdığı
siyasi-kültürel kodların karşısında hiç bir duvarın ve sınırın
dayanamadığını anlatanların herkesten daha iyi bilmesi beklenir.
Başarılı
dış politika nedir? Bu sualin herkesin üzerinde ittifak ettiği bir
cevabı olmadığı muhakkak. Aynı şekilde diğer ülkelerle sadece konuşuyor
olmanın da tek başına başarılı bir dış politika anlamına gelmeyeceği de
muhakkak.
Son dönemde Suriye’de krizin, Irak’taki gerilimin,
İsrail’le ilişkilerin, AB ile müzakere sürecinin tabiatına dair
neredeyse hiç bir değerlendirme yapmaksızın tutulan ‘ilişki var-yok’
çetelesi neticesinde ‘başarılı-başarısız’ dış politika analizleri
yapılmakta. Özellikle liberal isimlerin başını çektiği bu yeni içeriksiz
analizlerin bizlere söylediği pek fazla bir şey yok. Bir kere
analizlere konu edilen sorun alanlarına dair neredeyse temel düzeyde
bile bir bilgi aktarımı görmüyoruz. Daha kötüsü buna ihtiyaç da
hissedilmiyor. Jenerik liberal ezberler üzerinden hükümler hızlı bir
şekilde veriliyor ya da Batı’dan kötü tercümeler tekrarlanıyor. Asıl
mesele bir dış politika tartışması yapmaktan ziyade Erdoğan merkezli
yıpratma kampanyasına odun taşımak olunca, tutarlılık yükünden
kurtulmanın verdiği ferahlıkla serbest yazım arz-ı endam etmeye
başlıyor. Bunun en dramatik hali ise ömrünü Kemalizmle kavga ettiğini
zannedenlerin, ilk sıkışma halinde Kemalizmin ruhuna hiç bir sıkıntı
hissetmeden sarılmaları. Mısır’da, usulde ve akaidde ruh ikizi
Selefiliğe sarılmakta sıkıntı çekmeyen Liberalizm; Türkiye’de de hiç
yüksünmeden kendisini Kemalizme ricat ederken buluveriyor. Eski
Türkiye’de medya, ordu, yargı, bürokrasi, istihbarat, çeteler ve dış
uzantıları ile mücadele ederken; Erdoğan’ın en yalnız halinden
‘demokrasi kahramanlığı’ çıkaranlar; iş dış politikada benzer bir
mücadeleye gelince Kemalist ‘etrafımız düşmanlarla çevrili’ refleksine
sarılıyorlar. Seçimleri kazanmadığı halde iktidara oturan ve 2011’den
beri katliam üzerine katliam yapan Maliki ile; yüzbinin üzerinde
vatandaşını katleden Esed ile; seçilmiş ilk sivil cumhurbaşkanını
deviren Mısır rejimi ile; darbeye farklı şekillerde destek veren Suud ve
AB ile Türkiye’nin ilişkilerinde gerilim veya iniş-çıkış olmasından
daha doğal ne olabilir?
Türkiye’nin kaynayan Doğu Akdeniz, Soğuk
Savaş statükosundan çıkamamış Kafkasya, kırılgan Balkanlar, ekonomik
krizin siyasal ve sosyal sonuçlar üretmeye gebe olduğu Avrupa ve ‘Asya
eksen kayması’ sürecinde olan ABD ile nasıl bir dış politika izlemesi
gerektiği sorunsalı, ‘iyi-kötü ilişki kurma’ düzeyinin ötesinde bir dış
politika yapımı ve yatırımı gerektirmektedir. Uzun yıllar sonra
pro-aktif olmaya çalışan Türk dış politikasının bütün bu başlıklarda
sıkıntı yaşamasından daha normal bir durum olamaz. Mesele ‘sorunları
paranteze alarak ilişkileri sürdürme’ teknolojisinin artık Türkiye
tarafından taşınamamasıdır. Dünyada en fazla yardım yapan üçüncü ülke
konumuna gelmiş olan Türkiye’nin, dış politikası güzelim teorileri
berbat eden ‘pis gerçekleri’ paranteze alarak ya da ‘uzak durarak’
sürdürülemez. Bugün yaşanan sancılar, tıkanmalar ve yapılan hataların
altında yatan en temel unsur ‘aktif bir Türkiye’ olmasıdır. Türkiye,
Kemalist emekli dünyasına ait bir dış politika tercihi işaretini verdiği
andan itibaren fazlaca emek vermeden hızla ilişkilerini düzeltebilir.
Bunun anlamı ise başarı değil. Ama bu durum sadece iddiasız ve anlamsız
bir aktöre dönüşmek olsa iyiydi; aynı zamanda bölgesel jeopolitikte
ciddi bir pozisyon kaybıdır da.
Aynı şekilde, zannedildiğinin
aksine Türkiye’nin sorunlu alanlarda dış politika yapımında pasifizmi
tercih etmemesi ülke içerisinde demokratikleşmeyi zayıflatmaz. Aksine
dışarıda etkin olabilmek için kendi bahçesini düzenleme ihtiyacı çok
daha sert bir şekilde ortaya çıkar ve demokratikleşmeyi hızlandırır.
Buna en çarpıcı örnek yaşamakta olduğumuz çözüm sürecidir. Çözüm süreci
ülke içerisindeki dinamikler tarafından icbar edildiği kadar yakın
coğrafyada etkin olmanın ön şartlarından birisi olduğu için de
başlamıştır. Bu durumu idrak edemeyen liberal akıl ‘küçük ama kendisine
ait Kemalist’ ülke bilinçaltına hızla savrulur. O kadar hızlı
savrulursunuz ki bir anda Kemalist ‘Ortadoğu bataklığı’ söyleminin
bayraktarı olursunuz. Bu yargı ile başlayan analizlerin en kaba
anlamıyla Ortadoğu’ya dair tahayyülü “biz bulaşmayalım” şeklindeki
müthiş strateji ile bitmektedir. Mezkur “bataklık” kodlaması,
“girmeyelim” yaklaşımı ile baştan Türkiye’nin “edilgen” bir rol
üslenmesini vaaz etmektedir. Batı’yla Kemalizmin nikahı olarak da
okunabilecek bu yaklaşım tarzı şimdilerde kendisine liberal müttefikler
de bulmuş durumda. Bütün bu analizlerin diğer bir özelliği ise, bölgeye
yabancılaşmış Türk entellektüel ve siyasal elitinin bilinçli bir cehalet
tercihi ile Arap dünyasına koyduğu ilkel kategorik mesafenin inşa
ettiği bilgisizliktir. “Bataklık” söylemi bölgeye dair cehaleti,
apolitik bir tarifle kamufule etme girişimidir. Tam da bundan dolayı
kendinizi tutamaz, Türkiye’nin yoğun diplomasi ile Suriye’de sürecin
kanlı hale gelmesi için uğraş verdiği yıllarda ‘Tunus’tan Mısır’a
‘devrimci’leri ve ‘devrim’leri destekleyen Türkiye’nin Suriye’de
‘ıslahatçı’ bir role soyunması büyük çelişkiydi’ derken, bugün, “Dünün
Kemalist-sekülarist iktidarları bile Ortadoğu’da bu kadar
yalnızlaşmamışlardı, çünkü Ortadoğu’nun iç çatışmalarına bu kadar
batmamışlardı...” Kemalist savrulmasını yaşar. Yaşanan savrulmanın bir
haber kanalının geçen yüzyılın ortalarında dış işlerinden emekli olmuş
bir büyükelçi danışmanının -biz Dışişlerine girdiğimizde bize bir şeyi
öğrettiler- “Arab’ın işine karışılmaz, çünkü Arap saçı olur” düzeyinden
fazlaca bir farkı da kalmaz.
Sizden daha hızlı davranan ve ömrünün
büyük bir kısmını Türkiye’de azınlık haklarına harcayan bir başka
ideolojik kuzeniniz de kalkar ‘Dış işleri personel rejiminin
demokratikleşmesi’ hamlesine akla ziyan gerekçelerle karşı çıkmakla
kalmaz; yıllarca Kemalizmin azınlıklara reva gördüğü dili bire bir
kullanacak kadar ileri gider. Ömrünü ‘katılımcı demokrasi’ ezberleriyle
geçirip, utanmasa ‘Haso’nun, Memo’nun dış işlerinde ne işi var’ demeye
kadar işi götürme potansiyelinde bir duygu yoğunluğuyla ‘Dünya’da bir
ekol olduğunu’ söylediği Dışişleri Bakanlığını ‘yasaklı kutsal bahçe’
ilan edecek bir tonda personel düzenlemesine karşı çıkar. Yıllarca
sol-liberal mahfillerde demokrasi havarisi olarak arzı endam ederken,
bugün Silivri ağzıyla ‘ABD’nin Erdoğan’ı gözden çıkardığını’ söylemeyi
de ihmal etmeyen neo-Kemalist zihniyeti temsil etmeye başlar. Azınlık
haklarını bin bir zahmet ve tehtide rağmen senelerce savunma cesareti ve
fedakarlığı göstermiş ama çözüm sürecinde akil adam görevini
tamamlamadan su koyuvermiş olan bu isim; yeni personel rejimini
bakanlığın ‘Anadolu seçkinleri tarafından fethedilmesi’ olarak kodlar.
Maddi bilgi düzeyinde bir çok çarpıtma ile aktif dış politika yapan
büyük ülkelerin tamamında var olan esnek personel rejimine oldukça
ırkçı, sınıfsal ve Kemalist reflekslerle, yanında koruma dolaştırmak
zorunda bırakanların diliyle, açıkça karşı çıkar.
İç politikada
AK Parti’nin reformcu çizgisine hem yer yer destek veren hem de
kendileri de daha fazlasını talep eden liberal isimlerin, iş dış
politikaya gelince yaşadıkları Kemalist savrulmanın işaretlerini
muhtemelen önümüzdeki dönem daha açık bir şekilde göreceğiz. Gidecekleri
çok orijinal bir yer de bulunmuyor aslında. Çok fanatik olanları işi
İslamofobi’ye bile bulaştıracak kadar ileri giderek Türkiye’yi Tel Aviv
mahreçli ‘eksen kayması’ karalama kampanyasının yenilenmiş versiyonu
olan ‘ideolojik dış politika, İslamcı dayanışma, mezhepçilik’ gibi
ezberleri tekrarlayarak eleştirmeye devam edecekler. Daha makul
olanları, hem liberalizmin bir siyaset üretememesinin sancısıyla hem de
bölgeye dair cahillikleri ve oryantalist bir tedirginlikle samimi
olarak ‘Ortadoğu bataklığından uzak durulması’ gerektiğini
tekrarlayacaklar.
Ama sonuçta, hangi frekans boyunca hareket ederlerse
etsinler, verdikleri ilk işaretler ‘Kemalizme ricat’ konusunda hiç bir
mahçubiyet yaşamadıklarıdır.
Bugün Anadolu tecrübesinin yerine aynı cemaat, kulüp ve kasttan olma anlayışı egemen kılınmıştır.
28 07 2013 pazar
Tuz kokarsa…
Her yıl Ramazan ayında iç gündemin tartışmaları genelde dini konularda yapılmaktaydı.
Bu yıl bir olay istisna dini tartışmalar gündem oluşturmadı.
Bir kısım dini sorulara verilen cevaplar da magazinsel bir tarzda ele alındı.
Bunlar da 'oruçlu denize girilir mi ve sakız çiğnenir mi' tarzındaydı.
Gündem oluşturan esas tartışma sahurun vaktiyle ilgiliydi.
Bir ilahiyatçıya göre Diyanet sahuru erken sonlandırmakta ve insanlar birkaç saat uzun oruç tutmaktaydı.
Üzülerek gördük ki, kuruma yönelik eleştiri olduğundan tahammül edilir bir düzeyde karşılanmadı.
İddia sahibine yönelik televizyon programını sabote etmek olmak üzere olumsuz davranışlar sergilendi.
Oysa bundan önce ilahiyatçılar arasında daha karmaşık ve gelenekselleşmiş uygulamalara yönelik eleştirilere gerekli müdahale yapılmamıştı.
Son yıllarda toplumda tahammül kültürünün zayıflamakta olduğunu görmekteyiz.
Bir kişinin kendisine göre doğru ama başkasına göre yanlış algılanan bir konu üzerinde kişinin olayı açıklamasına bakılmadan veya gerekçesini dinlemeden hemen karşıt bir kampanya ile linç tavrı devreye girmektedir.
Anlaşılan odur ki insanlar artık birbirlerini dinlemiyor, herkes duymak istediği sese kulak kesiliyor.
Herkes karşısındakini anlama ve ikna etme gayretinden çok boyun eğdirme ve ötekileştirme yarışı içinde.
Oysa Anadolu kültürü farklı inançların, kültürlerin, etnik yapıların ve dillerin bir arada yaşama temelinde oluşmuştu.
Bugün
Anadolu tecrübesinin
yerine
aynı
cemaat, kulüp ve kasttan
olma anlayışı egemen kılınmıştır.
Bu durum ortamda sahici davranışları azaltmış, bunun yerine yapay ve ikiyüzlülüğü artırmıştır. Gelişen olaylar üzerine yapılan 'olaylar bazılarının maskesini düşürmüştür' yorumları geldiğimiz noktayı dramatik biçimde açıklamaktadır.
Merak ediyorum; nasıl bir davranış içindeyiz ki karşımızdaki insan bizim yanımızda gerçek kimliğini maskeleme gereği duyuyor. Bu durum bizim tutumumuzdan mı kaynaklanıyor yoksa karşımızdakinin kişilik zaafı mı? Hangisi daha baskın?
İnandığımız din ve yaşadığımız coğrafyada ki kültür, insanların birbirlerinin yüzüne hakaret ve küfrün dışında, edep dairesi içinde her şeyi söyleyebilme cesareti sağlıyordu. Birlikte yaşamanın getirdiği bir hukuk vardı.
Bir yerde çok yüzlü veya maskeli türler türemiş ise orada arızalı bir durum vardır. Bu arızalı durumun giderilmesi; itaatkâr, tabi ve tebaa insanların yetişmesiyle değil, kimlikli, kişilikli, haksızlık karşısında tavır alan, sorgulayan, eleştiren, iyiliği teşvik eden ve kötülükten sakındıran insanların yetiştirilmesiyle mümkündür.
Öyle bir an içinde yaşıyoruz ki iyilik, doğruluk ve dürüstlük haber değeri taşımaya başladı. Oysa iyilik, doğruluk ve dürüstlük insan olmak, insan kalmanın gereğidir.
Yalnızlaşmanın ve içe kapanmanın arttığı, örnek insan veya rol modellerin azaldığı bir dünyaya evirildik.
Dini sorunlarımızı çözmek ve anlayışlarımızı zenginleştirmek için atanan insanlar kötülüğü, fesadı ve fitneyi çoğaltıyorlarsa artık tuz kokmuştur.
İslam'ın iki şartı vardır: birincisi iman etmek, ikincisi iyilik yapmaktır.
Görevimiz iyilik yapmak, iyiliği teşvik etmek ve kötülüğü önlemektir.
Bugün başkalarının kötülüklerini anlatarak, iyiliği yaygınlaştırmaktan çok kötülüğe meşruiyet kazandırıyoruz.
Hz Peygamberimiz (sav)
'Bir kul, bu dünyada başka bir kulun ayıbını örterse, kıyamet gününde Allah da onun ayıbını örter'
diye buyurdu.
Hz. Mevlana şöyle der:
'Cömertlik ve yardım etmede akarsu gibi ol
Şefkat ve merhamette güneş gibi ol
Başkalarının kusurunu örtmede gece gibi ol
Hiddet ve asabiyette ölü gibi ol
Tevazu ve alçakgönüllülükte toprak gibi ol
Hoşgörürlükte deniz gibi ol
Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol.'
Alija der ki:
Dünyanın bütün büyük dinleri şu basit hakikati öğretmeye çalışır ve hakikatler basittir.
Sana yapılmasını istemediğin şeyi başkasına yapma.
Ya da öyle hareket et ki, davranışların herkes için geçerli olsun;
ne sana göre değişsin ne de başkalarına göre…
SÜLEYMAN GÜNDÜZ
28 07 2013