Tek umutları hükümeti zorbalaştırmak. Globalleşen dünyada, demokrasiler de ancak global bir destek, onay, hayırhah bir tutum ya da en kötüsünden tarafsız bir tutumla çevrelendikleri takdirde rahatça gelişip derinleşebiliyor. Aksi durumda, yani düşmanca bir tutumla sarmalanmış, tecrit edilmiş bir demokrasinin işi gerçekten çok zor. Bunu söylerken sadece global dünyanın siyaset sınıfını kastetmiyorum; aynı zamanda ve daha önemli olarak dünya kamuoyunu kastediyorum. Zaten artık iç ve dış kamuoyunun arasındaki sınırların kalktığı; istikrarlı bir iktidar için hükümetlerin sadece iç kamuoyunda değil, dünya kamuoyunda da meşruiyet aramaları gereken bir çağdayız. Artık ne sandık ne de darbe umudu olmayanlar da bu gerçeği çok iyi bildikleri için, geriye kalan son silahlarını çektiler. Epey bir süredir, var güçleriyle dünya kamuoyunun AK Parti hükümetine karşı cephe alması, iktidarın uluslararası tecride sürüklenmesi için yoğun bir çaba içindeler. Bunu başarabilmelerinin tek yolu ise hükümeti zorbalaştırmak... Gerek haftalardır propagandası yapılan "Ekim ayaklanması"nın, gerekse Silivri'yi meydan savaşına çevirme planlarının arka planında bu umut var. Eski düzeni geri getirme sevdasında olanlar hükümetin hata yapmasının pususuna yatmış durumdalar. Hükümet telaşlanacak, saldıracak, zorbalaşacak, haksız zemine düşecek ve biraz daha tecrit olacak... AK Parti hükümetinin bu planı görmediğini düşünemeyiz. Ne var ki, Silivri'deki karar duruşmasına girişin yasaklanması, plan görülse bile yeteri kadar ciddiye alınmadığını gösteriyor. Yarınki (size göre bugünkü) tabloyu görür gibiyim... Bir yanda Silivri'ye varmak için her yolu denemeye kararlı militan CHP'liler ve İşçi Partililer... (Ulusal kanal spikerinin Gezi olayları sırasında ağzından kaçırdığı gibi) günün, çok sayıda yaralı hatta mümkünse "ünlü" yaralı, hatta ölümle kapanmasından daha fazla hiçbir şey istemiyorlar... Öbür yanda ise, Silivri'de kuş uçurtmamaya kararlı, alınan kararın uygulanmasında en ufak bir zaaf yaşanmasına tahammülü olmayan, tahkimatını kurmuş, bütün yolları kesmiş, bütün çıkışları kapatmış güvenlik güçleri... Bunun sonucu, mutlak çatışma, mutlak şiddettir... Silivri'de değil ama şehrin her yerinde sokak gösterileri, çatışmalardır... Demokrasi düşmanlarına haklı zemin kazandırmak Diyeceksiniz ki bu grupların Silivri'ye gitmelerine izin verilse aynı çatışmalar orada olacaktı. Hem salonda olay çıkaracak, karga tulumba dışarı atılmanın, hatta birkaç yumruk yemenin "başarısını" yaşayacak hem de dışarıda polisle, jandarmayla çatışacak, barikatları yıkmaya çalışacak, yine "mümkün olduğu kadar çok" yaralı vermeye uğraşacaklardı. Ve yine bu olayları iç ve dış kamuoyunda hükümetin "zorbalaşmasının" delili olarak kullanacaklardı. Doğrudur; amaçları hükümeti şiddet ortamına çekmek olanlar, aynı şeyi Silivri'de yapacaklardı. Ama o zaman haksız zeminde olanlar onlar olacaktı. Kendilerine tanınan yargılamayı izleme hakkını kötüye kullanan, duruşmayı engelleyen, bağımsız yargıyı baskı altına alan şiddet taraftarı bir kitle durumuna düşeceklerdi. Bugün ise demokratik bir hakkı, Silivri sanıklarının açık yargılanma hakkını savunmak üzere sokaklara dökülmüş ama "zorbalaşan iktidarın" şiddetiyle karşılaşmış mağduru oynayacaklar. Ve hiç şüpheniz olmasın ki, bu tabloyu yurtdışında bol bol pazarlayacaklar. Hükümet Silivri'de "zaaf içinde bir iktidar" görüntüsü vermemek için, "testi kırılmadan" tedbir alma yolunu seçti. Ama bu onun bir başka zaafa düşmesine yol açtı: Açık yargılanma hakkını ihlal etmiş bir hükümet durumuna düştü. Demokrasi düşmanlarına haklı zemin kazandırdı. Güçlü iktidar, demokratik hakların kullanılmasını engellemeden ama düzeni sağlamakta ve yasa dışına çıkanları durdurmakta en küçük bir zaaf göstermeyen iktidardır. Marifet bu ikisini birlikte gerçekleştirmektir. Gülay GÖKTÜRK 05 Ağustos 2013 Pazartesi

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

31 Temmuz 2013 Çarşamba

Ortadoğunun huzuru nereden geçer Türkiye'nin güçlü bir ülke olmasını istemeyenlerin olduğu yolundaki tezi kabul etmemiz mümkündür 01 08 2013

Ortadoğunun huzuru nereden geçer.

Türkiye'nin güçlü bir ülke olmasını istemeyenlerin olduğu yolundaki tezi kabul etmemiz mümkündür.

Fakat acaba onun güçlenmesinden kim tedirgin olur?

Türkiye'nin güçlü bir ülke olması kimi rahatsız eder?

Soruyu ters yüz ederek de sorabiliriz: Türkiye'nin güçlenmesini kendisine tehdit sayacak olan ülke/ülkeler hangileri olabilir?

Türkiye'nin bir başına güçlü bir ülke olması zahiren kimseyi rahatsız etmemesi gerekir. Ancak bu güçlenmeden rahatsızlık duyanlar varsa, bunun nedeni söz konusu güçlenmeyi kendisi için tehdit sayan ülkelerin var bulunmasına bağlı olmalıdır.

İmdi, bir an için diğer dünya ülkelerini bir yana bırakarak içinde yer aldığımız bölgede (Ortadoğu) Türkiye'nin büyümesini hangi ülkenin kendisine tehdit olarak görebileceği faraziyesi üstünde duralım. Şimdiye kadar bu büyümeden rahatsız olmayanlar acaba birdenbire (!) nasıl ve ne oldu da rahatsızlık duymaya başladı?

Ben, kendi payıma bu rahatsızlık duyma durumunu son iki yıldır gelişmekte olan 'Arap Baharı' gelişmeleriyle ilgili görmüyorum. Olayın geçmişi biraz daha eskiye, 'one minute' olayına kadar geriye götürülebilir diye düşünüyorum.

'One minute' olayı tüm Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerinde sitayişle karşılandı. Türkiye de bunun tadını –doğrucu Davut olursak- doya doya çıkarmaya çalıştı. Bundan birilerinin tedirgin olabileceğini de umursamadı.

Ama olaylar birike birike devam edince, Türkiye'nin tavrı işte 'o birilerini' tedirgin etmeye başladı. Tedirginliğin kaynağı, aslında Türkiye'nin büyümesi değildi. Tedirginliğin kaynağı, Türkiye'nin bir tehdit unsuru olarak algılanmaya başlamasından ileri geliyordu.

Binaenaleyh Türkiye, bir yandan büyümesini sürdürürken bir yandan da komşuları için tehdit unsuru olmadığı yolundaki dengenin muhafazasında bazı komşuları için inandırıcı olmaktan uzak durdu.

Bu arada ABD'nin Ortadoğu'daki politikasının iki temel faktörünü dikkate almadan bu bölgede reel dış politika geliştirmenin havada kalacağını hatırlamamız gerekiyor. Bu iki temel faktör (ikisi de birincil öncelikli olarak): 1. İsrail'in güvenliğinin ihlal edilmemesi, 2. Petrol rezervlerinin güvenliğinin ihlal edilmemesi gerçekliği... Bu faktörlerden herhangi biri ihlal edilme riskiyle karşılaşırsa, ABD ihlal edene karşı sonunda güç kullanmaya gidecek denli tavrını alır.

Burada, diplomasinin bir başka ilkesini, daha doğrusu iki ilkesini daha öngörmeliyiz. 1. Kimseye bir şey vermeden bir şey talep edemezsin (edersen ne olur? Karşılıksız kalır, boş bir talep olur). 2. Birincisi kadar önemli diğer husus: diplomasi, hasmın gücünü kendi lehine imale etme sanatıdır.

Türkiye, son gelişmelerde bu iki faktörü ne ölçüde kullanmayı başardı?

Bölge ölçeğinde aklımızda tutmamız gereken bir gerçeklik öne çıkıyor: 

Ortadoğu'da huzurun (barışın) kilidi İsrail ise, bu kilidin anahtarı da Türkiye'dir. 

O kilidi bu anahtar açar.

Bana göre, bölgede yeniden inisiyatif sahibi olma pozisyonu değindiğim bu faktörlerin gereğini yerine getirmekten geçiyor.

Tedirgin olanların yatıştırılması mümkün olursa

 –ki halen imkân dâhilinde olmayan bir tablo ile karşı karşıya değiliz- 

Türkiye'nin güçlenmesi kimseyi rahatsız etmeyecektir. 

Bilakis, Türkiye'nin büyümesi ve güçlenmesi belki de şayanı arzu bir pozisyon olarak karşılanacaktır.

 01 08 2013 


RASİM ÖZDENÖREN

 


01 08 2013 CHP kapatılmalı CHP ya bir vakfa veya enstitüye dönüşsün veya tek parti dönemi müzesi olsun Devlet Halk Partisi

CHP kapatılmalı!

Liberal demokrasinin siyasal partiler olmadan işleyemeyeceği açık. 

Partiler muhalefetteyken hem sivil toplumun en mühim parçalarından biri olarak çeşitli fonksiyonlar ifa ederler hem de iktidarı denetlerler; iktidarda oldukları zaman ise, devleti, kurdukları hükümet aracılığıyla, kendi siyasî felsefeleri ve programları doğrultusunda harekete geçirir, çalıştırırlar. 

Yani, partiler iktidarda da olsa muhalefette de olsa demokrasi açısından vazgeçilmezdir Ancak, parti adı verilen her organizasyonun demokrasilerdeki anlamında parti olmadığını biliyoruz.

 Tek parti rejimlerindeki partiler, demokratik parti sayılmaz.

CHP, iddia ettiğinin tersine, Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran bir yapı değildir, toplumu manipüle etme amacıyla, tek parti devletinin kurduğu, siyasî bir yüzü de olan ama ondan ibaret kalmayan bir organizasyondur. 

 

Cumhuriyet Halk Partisi adının, cumhuriyet kelimesinin çoğu zaman devlet ile eş anlam taşıdığı dikkate alındığında, Devlet Halk Partisi olarak okunması gerekir. 

Zaten CHP'nin söylemleri ve sivil toplum - devlet ihtilâflarında aldığı pozisyonlar bunu açıkça gösteriyor. 

İlle de bu isim kullanılacaksa, partinin adının Cumhuriyetçi Halk Partisi olması gerekirdi. 

 

Tek parti döneminin diğer partileri için aynı çağrışımı yapan isimlerin 

(Cumhuriyet Terakkiperver Fırkası veya Cumhuriyet Serbest Fırkası) 

benimsenmemiş olması bu tespiti doğruluyor. 

 

CHP, temel hak ve özgürlüklere ve hukukun hâkimiyetine saygının bulunmadığı ve devletin sınırlı olması gerektiği fikrinin iktidar elitleri arasında hiç ilgi görmediği bir tek parti diktatörlüğünün aracı olarak doğdu. Bazen çizgisini demokrasiye uydurma çabaları sergilediği olduysa da, partinin nitelikleri hiç değişmedi. Sivil toplumun parçası olmayı beceremedi. Toplumu bastırma ve bir kurucu rasyonalist projeye göre şekillendirme idealinden asla vazgeçmedi. Seçimlerin belirlediği alanda halk tarafından hep muhalefete mahkûm edildi ama bürokratik kurumlar ve medya aracılığıyla daima devlet iktidarının önemli bir bölümüne sahip oldu ve şaşmaz biçimde topluma karşı devleti temsil etti.

CHP mevcut varlığı ve çizgisiyle bir bakıma M. K'e de kötülük ediyor. Onu, tekeline alma ve tek sembol hâline dönüştürme gayretiyle, birleştirici bir millî sembol olmaktan çıkarıyor; ayrımcılığın, tepeden inmeciliğin sembolü hâline getiriyor. Seçimlerde M. K. adına oy istiyor, ama ancak %20'lere ulaşabiliyor. Böylece toplumun % 80'inin M. K'i bir siyasî sembol olarak önemsemediği algısının oluşmasına yol açıyor. Hem tek adam yönetiminden şikâyetçi olup hem de tek adam diktatörlüğüne sahip çıkarak çelişkiler içinde yüzüyor. Demokrasi bayrağı altında tek parti ruhunu yaşatmak gibi imkânsız bir sevdanın kavgasını veriyor.

CHP'nin militarist, anakronik ve abartılı M. K. yorumu ve demokratik siyaseti yarışmacı seçimlerin hiç yapılmadığı bir diktatörlük dönemine endekslemesi, her demokraside siyasî istikrarın iki ana sütunundan biri olan güçlü bir sosyal demokrat blokun Türkiye'de doğmasını engelliyor. CHP'lilerin, söz gelimi, Alman sosyal demokratları gibi demokrat olmalarına izin vermiyor. CHP ne kendisini demokrat bir sosyal demokrat partiye çeviriyor, ne de başkalarının güçlü bir sol demokrat parti inşa etmesine fırsat tanıyor.

Böyle bir partinin demokraside anlamlı ve meşru bir yeri olabilir mi? Elbette hayır.

 CHP kapatılmalı. 

Bununla kastettiğim, CHP'nin AYM tarafından kapatılması değil, kendisini feshetmesi. 

CHP ya bir vakfa veya enstitüye dönüşsün veya tek parti dönemi müzesi olsun. 

Onun bırakacağı boşlukta gerçekten demokrat sosyal demokratlar güçlü bir siyasî hareket başlatsın.

Ne dersiniz, imkânsızı mı istiyorum? 

Belki de.

 Fakat bunun ülke demokrasisine kelimelerle anlatılamayacak kadar çok faydası olacaktır.

 Bu yüzden, üzerinde düşünmeye ve konuşmaya değer.

 01 08 2013

ATİLLA YAYLA

 

Eşek sütünün litresi 50 avrodan satılıyor faydaları saymakla bitmiyor Saraybosna Üniversitesi Ziraat Fakültesi A A ZAVİDOVİÇİ Vesna Beşiç 31 Temmuz 2013


Eşek sütünün litresi 50 avrodan satılıyor faydaları saymakla bitmiyor

A A  
ZAVİDOVİÇİ 
Vesna Beşiç 
   31 Temmuz 2013 16:04
 

Astım ve bronşit hastalıkları ile vücut direncini 

artırdığı iddia edilen eşek sütünün litresi 50 

avro, peyniri ise yaklaşık 1000 avrodan alıcı 

buluyor.


Bosna Hersek'in kuzeyindeki Zavidoviçi kentine bağlı Petkoviç köyünde yaşayan Yusupoviç ailesi, kurdukları eşek çiftliğinde süt ve peynir üretimi yapıyor.

Saraybosna Üniversitesi Ziraat Fakültesi'nde

 yüksek

 

 lisans yapan Alen Yusupoviç, kurduğu

 

çiftliği babası Bayro ve annesi Sakiba

 Yusupoviç ile birlikte işletiyor.

 

Çiftliklerinde 11 eşek bulunan Yusupoviç ailesi, aralarında astım ve bronşit gibi hastalıkların da bulunduğu çeşitli hastalıklara iyi geldiği ve vücut direncini arttırdığı iddia edilen eşek sütü ve eşek sütünden ürettikleri peyniri satarak geçimlerini sağlıyor. 

''Süt veren eşekler çiftliği'' projesiyle 2 bin 700 avro ödül kazandıktan sonra işe başladığını belirten Yusupoviç, ''Çiftlik açma fikri tesadüfen gelişti. İnternet üzerinde projemle ilgili bir şeyler arıyordum. Aslında tam olarak keçilerle ilgili bir şeyler bakıyordum. Daha sonra Hırvatistan'da eşeklerin olduğunu gördüm. Birinin böyle bir projeye başlaması için ne gibi ekonomik sebepleri olabileceğini araştırdım. Daha sonra, eşek sütünün üretimini görünce, adeta büyülendim'' diye konuştu.
Projeden kazandığı para ile eşek satın alıp, ahır yapımına başladığını belirten Yusupoviç, ülkenin hiçbir yerinde, ticari anlamda eşek sütü üreticisi olmadığı için böyle bir işe giriştiğini belirtti.
Yusupoviç, ''Bildiğim kadarıyla, burası ülkedeki tek eşek çiftliği. Aslında bunun yaygın olmayışı sorun. Çünkü yaygın olmadığı için ülkede eşek sütü konusunda bir dünya standardı da bulunmuyor'' diye konuştu.
İnek sütünden 60 kat daha fazla C vitamini bulunuyor
Alen Yusupoviç, eşek sütünün diğer sütlere oranla çok daha sağlıklı olduğunu ve inek sütüne kıyasla 60 kat daha fazla C vitamini barındırdığını öne sürerek, ayrıca söz konusu sütün bronşit, astım, akciğer hastalıkları, kuru öksürük ve alerjiye iyi geldiğini, insanlardaki direnci artırdığını iddia etti.
Eşeklerin, günlük az miktarda süt verdikleri için, elde edilen sütün ve sütten üretilen diğer gıdaların fiyatlarının da yüksek olduğuna belirten Yusupoviç, sütün litre fiyatının 50, eşek sütünden yapılan peynirin fiyatının ise yaklaşık 1000 avroya müşteri bulduğunu kaydetti.
Şimdilik ürettikleri sütün sadece yüzde 30'unu satabildiklerini söyleyen Alen Yusupoviç, bu oranı yüzde 80'lere çıkarttıkları takdirde, çiftliklerini de büyütebileceklerini ifade etti. 
Bundan güzel iş yok
Anne Sakiba Yusupoviç ise oğlunun başlattığı bu işten geri adım atmayacaklarını ve gidebildikleri yere kadar gideceklerini söylerken, eşek çiftliği işletme hakkında 

''Bundan güzel iş yok'' 
dedi.

Sakiba Yusopoviç, bölgede çok fazla eşek bulunmadığının bu nedenle, işi öğrenene dek, eşeklerin bakımıyla çok fazla kitap okuduğunu kaydetti.
Bayro Yusupoviç, kendilerinin eşek çiftliği açmalarının ardından, bölgeyi ziyaret eden ailelerin çocuklarını eşeğe bindirmek için çiftliği ziyaret ettiklerini ve sembolik de olsa bundan da para kazanmaya başladıklarını belirterek, bu sayede köyün turizmine de katkıda bulunduklarını dile getirdi.

01 Ağustos 2013 Perşembe Türkiye’ye verilmek istenen mesaj Mogadişu’daki saldırı El Şebaab’ın sıradan bir saldırısı olarak değerlendirilemez

Türkiye’ye verilmek istenen mesaj

Türkiye, Ortadoğu’da kurulu bir düzene adeta meydan okudu. 2002’den sonra çatışma ve kutuplaşmalara dayalı eski Ortadoğu’yu değiştirmeye kalktı. Bunu ‘yumuşak güç’le yaptığı sürece eski Ortadoğu’nun değişime direnmesi zordu, çünkü Türkiye daha fazla iletişim, daha fazla ticaret ve işbirliği ile eski Ortadoğu’yu yumuşatmaya, hatta eritmeye başlamıştı bile...

Türkiye’nin bu süreçteki hatası bir düzeni değiştirirken onun sahiplerinin değişime direneceklerini yeterince hesaplayamamış olmasıdır. Yani, bir düzenin üzerine başka bir düzen olmaz.

Hiçbir düzen yerini bir başkasına kolayca devretmez.

***

Ortadoğu’da eski düzene bakıldığında, sistemin 1. Dünya Savaşı sonrasında İngilizler ve Fransızlar tarafından kurulduğunu, zamanla Fransızların yerini Amerikalıların aldığını görürüz. Soğuk Savaş yıllarında Rusya bölgeye sarkmaya çalışmışsa da sistem özünde bir Anglo-Amerikan üretimidir. Bu arada hatırlatmak gerekir, ‘Ortadoğu’ kavramı da yapay, sonradan üretilmiş bir Anglo-Amerikan icadıdır. 20. yüzyıldan önce tarihin hiçbir döneminde bu topraklara ‘Ortadoğu’ denmemiştir.

Üretilmiş Ortadoğu düzeninin güç aldığı 3 temel dayanağı vardır, bunlardan ilki Arap dünyasının İran korkusudur. İran, İslam Devrimi’nden önce de, sonra da özellikle Körfez dünyasının en çok çekindiği ülkedir ve bu korku sayesinde Araplar Batı’ya adeta teslim olmuşlardır.

Sisteme güç veren ikinci kaynak ise Filistin sorunudur. İsrail ile Araplar arasındaki çatışma sanılanın aksine Arapları birleştirmemiş, sonu gelmeyen sorun nedeniyle Batı bölgeye sürekli olarak çağrılmıştır.

Sistemi ayakta tutan ve bölge halklarını ayrı tutan üçüncü önemli kaynak ise mezhep rekabetleri ve çatışmalarıdır. Şiilerin ve Sünnilerin birbirlerine duyduğu güvensizlik, hatta husumet birlikte hareket etmeyi engellediği gibi, dış güçlerin bölgeye girişini de kolaylaştırmıştır.

***

Türkiye ticaret, kültürel ilişki ve siyasi iletişim üzerinden eski Ortadoğu’yu değiştirmeye kalkınca bundan en çok İran ve İsrail rahatsız olmuştur. Elbette mülkün, yani bölgesel düzenin esas sahipleri de gelişmeleri kaygıyla izlemişlerdir. Türkiye’nin bölgeyi işbirliği temelli olarak değiştirme çabaları 2008 yılına, yani Gazze’ye İsrail saldırısına kadar büyük oranda sorunsuz olarak devam etmiştir. Bu tarihten sonra ise Davos ve Mavi Marmara İsrail ile sorunları zirveye taşımıştır ve İsrail Türkiye’nin yeni Ortadoğu girişimine açıktan muhalefet etmeye başlamıştır.

Sistemdeki değişikliklere direnen bir diğer güç olan İran ile ilişkiler ise Arap Baharı ile zorlanmaya başlamıştır. Her iki devlet de ilişkileri koparmamak için çaba gösteriyor görünse de, İran perde gerisinden PKK sorunundan Suriye’ye, Mısır’dan Yemen’e kadar Türk çıkarlarının altını oymaktadır.

Türkiye’nin Batı’dan bağımsız ve alternatif Ortadoğu politikası daha önce belirttiğimiz üzere sistemin asıl sahiplerini de endişelendirmektedir. Türkiye’nin Suriye’de ve Irak’ta yalnız bırakılmasının ve işlere fazlaca karıştırılmak istenmemesinin bir nedeni de budur.

Türkiye değişimde ısrar ettiği sürece birileri de Türkiye’yi sistemin dışına atmaya çalışacaktır. Somali’de Türk Büyükelçiliği’ne gerçekleştirilen terör saldırısı bunun açık işaretlerinden biridir. 

Mogadişu’daki saldırı El Şebaab’ın sıradan bir saldırısı olarak değerlendirilemez. 

Bir polisimizin şehit olduğu bu saldırıda Türkiye’ye

 “ayağını denk al, yolumuzdan çekil”

 denmek istenmiştir.

 01 Ağustos 2013 Perşembe

Sedat LAÇİNER


TalkTalk: Being Innovative, Faster, and Better

TalkTalk is one of the UK's largest phone and broadband providers. We are a young company. We began life just over 6 years ago when we launched free broadband. And today we have four million phone and broadband customers and further million phone customers. Roughly 20% of UK households and about 7% of UK businesses take their phones, broadband and digital services from TalkTalk. So in lots of ways we mirror the whole of the nation. The UK market today UK consumers spend more money online than any other consumers in the world. The percentage of households that have broadband in their homes is higher than any other G8 country. And the things that customers are doing with that digital connectivity is growing exponentially now. For us our market will expand not so much because of the number of customers taking that the digital connectivity growing but because they will take more products from us.

There is one great example where I think we have been a real innovator which is our parental control's product HomeSafe that we develop together with Huawei. We took the decision four years ago to develop HomeSafe together with Huawei to provide tool that would enable all our customers to make the Internet not safe but safer to filter all devices in your home. Any device using your TalkTalk broadband connection in a way you as a customer decide it. And it's been a phenomenal success. It's free to all our customers. And we now have over half a million of our customers actively using it. It's a huge differentiator. No one else in the UK as far as we are aware no one else in Europe is doing anything like it. It is giving us a real competitive advantage over the rest of the market. And our customers notice it.

There are some very clever engineers in TalkTalk in Huawei in other companies around the world who seem to be forever finding better ways to transmit data so that we can increase the scale of our network where the marginal costs of the network come down. As if today what the vast majority of TalkTalk customers need is a reliable broadband connection. Huawei is being an absolutely integral strategic partner to TalkTalk. Huawei was one of the biggest strategic technological partners that we worked with when we built our first next-generation network and launched free broadband. I'm hugely supportive of Huawei in our business. I think there are some parallels between TalkTalk and Huawei. Both businesses love setting themselves ridiculous challenges, trying to do things faster, better, more simply at lower cost . Together I think we're a powerful combination.

Laiklerin usandıran şımarıklıgı 31 07 2013 Mısır’daki darbeye bakıp bakıp iç geçirmekten başka bir teselli de olmayacak onlar için

 Laiklerin usandıran şımarıklıgı  


Cumhuriyet’in kuruluşunda dine karşı ciddi bir antipati ve kibirli bir bakış temel ideolojik karakterdi. 

Pozitivist, radikal aydınlanmacı İttihatçılar ve onların B takımı Mustafa Kemal ile arkadaşları, Osmanlı’nın yıkılış nedenini, İslam’ın akıl ve çağdışılığına bağlamışlardı. 

1793’te Jakobenlerin bir süre Hıristiyanlığı yasaklamalarından feyz aldıkları belliydi. Maalesef Türkiye’nin koyu dindar halkları böyle bir şeyi kabul edecek olgunlukta değildi henüz. O nedenle sadece İslam’ın kamulaştırılmasına girişildi. Avrupa’nın dini sadece “öteki” dünyaya değil, başka bir evrene postalamış olması ne iyi olmuştu! Bu sayede Avrupa cenneti akıl aracılığı ile yeryüzüne indirmiş, zenginliğe, adalete bu dünyada yaşarken de ulaşılabileceğini göstermişti. Bolşevikler de aynı yoldan gidiyor, Ortodoks-Çarlık arkaizmini dini çökerterek aşıyorlarsa, bunda bir hikmet olmalıydı. Rasyonel Batı, arkaik Doğu’yu teslim almış ve Doğu bu üstünlüğü kabul etmişti. Artık Batı’yı taklit etmekle ondan nefret etme arasında debelenmekten başka bir şey yapamayacaklardı.

Ama madalyonun diğer yüzü pek de öyle değildi. Radikal aydınlanma yeryüzüne cenneti indirmişti ama, bu bölge nedense Avrupa olmuştu. Avrupa’ya cennet inerken, aynı anda Güney Amerika, Afrika ve Asya’da cehennemler kuruluyordu. Soykırımlar çağı açılmıştı ve aynı akıl, insanların nasıl daha hızlı, ucuz ve çok sayıda katledilebileceğinin icatlarını da yapıyordu. Dünya Savaşlarında yaşanan aşkın vahşeti gören Woolf, Yesenin, Kleist, Mayakovski ve Trakl gibi aydınlar arkalarında hüzünlü eserler ve notlar bırakarak intihar ediyorlardı. Birinci ve İkinci Dünya savaşları arasında aydınlar arasında tam bir intihar patlaması yaşanmıştı. Bütün değerleri ve idealleriyle Avrupa kültürünün modern Hitler faşizmi altında yok olduğu gerçeğiyle yüzleşmek onlar için mümkün değildi. Yüzleşmek yerine ölüm daha yeğdi.

Ve şu din denen şey bir türlü ölmüyordu. Hayalet gibi sürekli geri geliyordu…

Dünya savaşlarında 70 milyon insan öldü. Stalin tek başına 20 milyon insanı katletti. Soykırımlar, bugüne kadar devam ediyor. Soykırım bir Batı teknolojisidir. Evet, o da buhar makinası gibi modern bir icattır.

Sadece 20. yüzyılda, insanlık tarihinin toplamından daha fazla insan öldürülmüştür.

Taliban’ın esirlerin kafasını kesmesi ile Afganistan’da, Pakistan’da ABD helikopterlerinin sivilleri, çocukları füzeyle parçalaması arasında sadece “şıklık” nüansı vardır. Asıl fark sayılardadır. 11 Eylül saldırılarında öldürülen insan sayısı ile bunun yol açtığı Irak işgalindeki katliamın boyutu mukayese bile kabul etmez. Ama modern akıl, diğerini daha vahşi ve yıkıcı gösterir. Allah adına cihat arkaiktir ama, demokrasi adına bir milyon Iraklı’nın katledilmesi farzdır.

Bu çifte standart bir türlü sorgulanmaz. Aklın ve ruhun insan denen bütünü oluşturduğu ve insanın erdemleri olduğu kadar, karanlık bir doğaya da sahip olduğu ihmal edilir. İyiler Batı’ya, kötüler Doğu’ya atfedilir sürekli.

Dinin tüm kötülüklerin anası, aklın da her derdin devası olduğu bir saplantı haline gelmiştir ve bu konunda Batı da, ülkemizdeki güzide laiklerimiz de yüzyıldır çok fazla yol kat edemedi. Bir Avrupalı yazar, sohbetimizde, dindarları tehdit ve hakir görmenin, demokrasinin temel değerleri ile çeliştiğini kabul etmek zorunda kaldığında, “Biz dinin dönüşü ile birlikte, reform ve aydınlanma ile kazandıklarımızı kaybetmekten, karanlık çağlara geri dönmekten korkuyoruz” diyerek çifte standardını meşru göstermeye çalışmıştı. Peki, o yüce akıl, akıl dışı korkulara neden derman olamıyordu ki! Belki de bunu anlamak için psikanaliz gerekliydi. Akıl ile korku, önyargı ve saplantı yan yana şık duruyor muydu hiç!

Bu çelişki kendisini son olarak Mısır’da gösterdi. Batı, seçilmiş önyargısı ile kendi değerlerini çiğnedi ve ahlaksız, kanlı bir darbeyi destekleme seviyesine kadar indi. Türkiye’de de buna paralel bir ahlaksal-ilkesel düşkünlük sergilendi.

Eş zamanlarda, Türkiye’de Ramazan’la birlikte yine din tartışmaları gündeme oturdu. Bir tasavvuf hocası, hamile kadınların sokakta yürümelerinden terbiyesizlik olarak bahsetti mesela. Üstelik devlet kanalı TRT’de! Bunun üzerine kıyamet koptu. Böyle bir şey nasıl olur da söylenebilirdi? AK Parti’nin yönettiği Türkiye’de yaşam biçimleri yine büyük saldırı altındaydı. Neden Müslüman camia bu adama yeterli hızda haddini bildirmemiş, neden güvenleri sarsmış, demokrasiye sadakatini göstermemişti? Gezi krizi boyunca boşuna mı “Erdoğan istifa!” denmişti? Bir ispat daha gelmişti işte!

Hayır, hükümetin çağdaş-laik-demokratik kadınları eve hapsetme hamlesine karşı konacaktı! Onurlu seküler direniş başlamıştı. “Direnhamilekadın” tag’ları, “Hamile de kalırım, sokağa da çıkarım” sloganları hazırdı.

İslam’ı eleştirmek, hatta hakaret etmek düşünce ve ifade özgürlüğüne giriyordu ama, aynı yüksek standart dindarlar için uygulanamazdı. Kural öyleydi. Öyle kabul edilmeliydi. Ayıptı. Hatta sorgulanmamalıydı. O kadar!

Peki, bu samimiyet testini yapma hakkını laiklere kim veriyordu? Çifte standardı demokrasi, çağdaşlık diye yutturmak değil miydi bu? Bu hiyerarşiyi kim dayatıyor ve bunu ne hakla yapıyordu? Son on yıldır, her türlü darbeye, reformlara, Ergenekon, Balyoz sanıklarına kalpaklı bayrağını kapıp sokaklara dökülerek sahip çıkan, Gezi’den bir siyaset mühendisliği çıkartmaya çalışan ulusalcı-laik kesimlerin ve sözde aydınların bu ülkede yaşayan diğer insanların güvenini ne kadar sarstığının önemi yok muydu hiç? Şımarıkça, sınıfsal kibirle, sürekli olarak dindarlara parmak sallamanın bu ülkedeki milyonlarca insanı ne kadar yorduğunu hiç düşünüyorlar, buna tenezzül ediyorlar mıydı?

Fabrika ayarları böyleydi. Cumhuriyet bu zihniyet üzerine kurulmuştu ve bu kibir öylesine derinlere işlemişti ki, ummadığınız insanlar bile, demokratikleşmenin bir safhasında havlu atıp, laik cemaatlerinin konforlu ayrıcalıklarına dönüyordu.

Bu ülkede dindarlar yaşıyorlar, varlar ve kendilerine dair her düşünceyi, laikler kadar dile getirmeye hakları var. Bu düşünceler sarsıcı ve laikler tarafından kabul edilemez olsa da… Kimseye samimiyetlerini göstermek, her açıklamaya anında tekzip göndermek zorunda değiller. Başörtüleriyle veya dindarlara dair ne varsa onlarla gelecek, vekil de, cumhurbaşkanı da, yargıç da olacaklar. Düşünce ve ifade özgürlüğünden herkes gibi faydalanacaklar. Fazıl Say’ın homurtuları düşünce özgürlüğüne giriyorsa –ki girmeli-, bir tasavvuf hocasınınkiler de o alana giriyor. Kimsenin düşüncelerine haciz koymaya kimsenin hakkı yok ve bu laikler için de, dindarlar için de geçerli.

Ancak Türkiye’de asıl sorununun ulusalcı-laik şımarıklığı ve gündeme tasallutu olduğu görülüyor.

AK Parti’nin her yasası, Erdoğan’ın her sözü, bilmem kim hocanın her açıklamasının ardından bir rejim krizi çıkarılması artık kabak tadı verdi. CHP çarşaflı kadınlara rozet taktığında, Anıtkabir’de seküler ayin düzenlediğinde bu bir erdem kabul edilirken, dindar bir partinin tavırlarına yönelik başlayan “yaşam biçimlerine tehdit” tartışmalarının ikiyüzlülüğü, yüzeyselliği artık bulantı yaratıyor.

Muhafazakâr varsılların gittiği bir mekâna casus gibi sızıp, tüm din bilgisi cehaletiyle iftar öncesi mescidin boş olmasına suçüstü yapan bir gericilikle yaşamak, bunca gerçek derdimiz için gerekli enerjiyi bu pespayeliğe kurban vermek, bana içi boş irtica tehdidinden daha usandırıcı geliyor. Gezi’den sonra bu zorlama tartışmaların artış göstermesinin de algı mühendisliği olduğunu düşünüyorum. Belki ikinci bir Gezi için cephane biriktirmek gibi bir şey, alttan alta merkez medyada pişiriliyor. Dindarlar da, Ekşi Sözlük’te peygambere hakaret edilmesine mümin sağduyusu ile değil lümpenlikle karşılık verdiklerinde, kâbus başlamış oluyor.

AK Parti’nin icraatlarından bir “İrtica” çıkarmak, bir gerçekliğe değil, bir temenniye dayanıyor. Siyaseti atlayıp, mühendisliğe sığınmanın tembelliği… Evet, bu ülkede yobazlık var, ama bu yobazlığı dindarlar değil, ulusalcı laikler temsil ediyor. O yobazlık sahte bir polis gibi dindarları her kavşakta çeviriyor ve arama yapıyor. Buna hakları yok. Ama büyük bir densizlikle bu bir çağdaşlık mücadelesi olarak sunuluyor.

Ulusalcı laikler, laik dindarlarla eşitliği hazmetmedikleri müddetçe bu ülkede etkili bir siyasi temsiliyet kazanamayacaklar. Mısır’daki darbeye bakıp bakıp iç geçirmekten başka bir teselli de olmayacak onlar için.


31.07.2013 İstanbul.



Geçen yazımda belirtmiştim; artık Montesqiueu’nün ima ettiği tarzda bir kuvvetler ayrılığı ilkesinin çok ötesine taşan bir hal aldı devlet yönetimi. Devletin nasıl sınırlanacağı, güçlü toplumsal sözleşmelerin –anayasaların- nasıl en ideal şekli ile yapılıp devlet aklına hâkim olacağı sürekli karşımıza dikiliyor. Özellikle merkezi yönetimi güçlü ülkelerde “Azınlık haklarının garantiye alınması, çoğunluğun azınlığa, azınlığın çoğunluğa tahakkümüne engel olunması, bu arada siyasetin etkinliğini yitirmemesi, şiddet kullanma tekeline sahip devletin dizginlenmesi, yolsuzlukların önüne geçilmesi, hükümetlerin özgürlükçü kanunlar yapmaya zorlanması” soru(n)ları her zaman gündemde.

İşte tam bu noktada, medya bu hayati eksiği bir “deus ex machina” gibi sahneye inerek doldurmaya aday oldu veya aday gösterildi. Dördüncü kuvvet olarak her şeyi yerli yerine oturtması murad edilen basına bir kutsal rol biçilmişti. Medya, demokrasinin “sandıktan ibaret olmaması” için iki seçim arasında toplumun taleplerini, şikâyetlerini hükümetlere, hükümetin plan ve uygulamalarını da kamuoyuna anlatacak, bu kritik boşluk böylece doldurulacaktı.

Bu kutsal görevin anlamlı olması için, basının tarafsız olması gerekiyordu. Tabii bu --en azından bizim ülkemizde-- mümkün değildi. Medya, gerçekten “demokrasinin sandıktan ibaret olmamasını” sağladı; ama darbelere destek vererek... Tarafsız olma hali ise sadece bir temenniydi. Lakin medyanın ülkemizde bu kadar pespaye hale düşmesi de gerekmiyordu. Türkiye medyasında habercilik başarısı, daha çok sosyal-kültürel-şiddet ve çevre alanlarında gerçekleşti. Parlak istisnaları, bu sektörün en mağduru basın emekçilerini ise saygıyla anıyoruz.

Peki neden böyle oldu?

Türkiye’de basın, dünya ile de paylaştığımız iktidar-medya patronları ilişkisinin ötesinde sorunlara sahipti. Basın, 150 yıldır totaliter rejimin bir uzantısı olarak kurgulanmıştı. Abdülhamid’in jurnal devrinden başlatırsak, İttihatçıların, muhalif gazeteciler Hasan Fehmi ve Ahmet Samim’i katletmesi ile temeli atılan bir dizayndı bu. Gazetecilerin bağımsız olması ideali bir temenniden, ya da arada çıkan birkaç kahramanın yaptıklarından öteye gitmedi. Onlar da ibretlik olması için linç edildiler.

“Gazetecimizin” bilgi kaynakları --çoğunlukla birbiri ile rekabet halindeki-- devletin türlü parçalarının istihbarat ağı veya diğer bürokratik kaynaklardı. Gazeteciliğin işlevi, siyasi, asker ve bürokratlarla kurduğu ilişkiler kananıyla edindiği, işlenmiş, seçilmiş “talimatlar” üzerinden kamu algısı yaratmaktan ibaretti. Bunun illaki bir bilgi içermesi bile gerekmiyordu. Amaca uygun senaryoların topluma gerçek olarak sunulması yeterliydi. Darbe yapılacaksa, bunu 28 Şubat’ta olduğu gibi medya iklimlendiriyordu. Gezi krizinde, sadece çığırtkanlıkla dindar bir hükümeti alaşağı etmek mümkün olmadı. Ama Erdoğan’ı diktatör olarak gösterme konusunda dış dünyada geniş ölçüde başarı kazanıldı. Anlaşıldığı üzere, ülkemizde gazetecilik ve köşe yazarlığı bir algı yaratma mühendisliği olmuştu. Bu güç, vesayete karşı demokrasiye destek verilen istisnai zamanlarda dahi, paradoksal olarak gazeteci ve yazarın gücünü arttırıyordu.

Gazete patronları, köşe yazarları ve gazeteciler, siyasetin her dönem değişmeyen doğal ortağı oldular. Geçmişte, hükümet düşürüp, hükümet kurmuşlar, karakter suikastları yapmışlar, patronlarının menfaati uğruna her türlü operasyonu gerçekleştirmişler ve mükâfatın göz kamaştırıcı olduğu kesin sonuçlar elde etmişlerdi. Medya siyasi manipülasyon üretim merkezi haline gelmişti.

Evet, medya-iktidar ilişkisi sorunluydu. Bugün de sorunlu. Ama AK Parti’nin geçmişte ve Gezi krizinde olduğu üzere, bu sistemin bizzat hedefinde olduğu da unutulmakta. Hükümet ara ara otoriter zihniyete doğru temayül gösterse de, devletin demokratikleşmesinde azımsanmayacak reformlar yaptı. Zaten AK Parti’nin en çok “Reformlara ara vermek” veya “Yeterince hızlı reform yapmamak” ile suçlanması bile, sorunların kaynağının hükümet olmadığı gibi, çözümün bir parçası olmaya daha yakın olduğunu kanıtlıyor. Bu tabloda, sorunu sadece ve sadece “bu” hükümetin döneminde başlayan “bu” hükümetin yanlışları düzeyine indirgemek, basın sorunumuzun da “algı yaratmaya” dönük kullanılması anlamını taşıyor. Eğer birtakım darbe sanıklarının veya neo-darbe heveslilerinin sadece gazetecilik yaptığını düşünüyorsanız, sorun yok. Ama o zaman da, hükümetin aynı mantıkla bu “gazeteci”leri hedef alması, normal bir hükümet tasarrufu sayılmalı.

Tabii, bu arada mümkün olduğu kadar işini iyi ve tarafsız yapmaya çalışan gazeteci ve yazarların, iki taraftan birisinin hışmına uğraması da söz konusu oluyor. Ama --büyük bir pişkinlikle-- o gazetecileri sahiplenme şiddeti, o kişinin hangi kamptan algılandığı ve mağduriyetin o anki kullanım değerine göre değişiyor. Bunun simetrisinde, yeteneksiz gazeteci ve yazarlar da gazeteleri ile ilişkileri kesildiğinde birer demokrasi kahramanı olma fırsatını elde ediyorlar. İşsiz kalan köşe yazarı asla patronunu --nedense-- eleştirmiyor. Hem patrondan yüklü bir “boşanma tazminatı” alıp, hem de demokrasi kahramanı olabilmek için hükümet topa tutuluyor; bu da basın özgürlüğü tartışması olarak pazarlanıyor.

Gazetecinin askerin ağzına bakmasıyla, siyasetçinin ağzına bakması arasında fark yok. Zaten eskiden askerin gözünün içine bakan gazeteci tipi, şimdi siyasinin göz bebeklerinden medet umuyor. Önemli olan iktidarda kimin olduğu. “Hükümet daha sorumlu” gerekçesi fiiliyatta pek geçerli değil; çünkü sorumluluk sahip olunan güçle orantılıdır. Geçmişin darbeleri ve Gezi krizinde ürettiği orantısız güç, hükümetin karşısında mevzilenen medyanın sorumluluğunun ölçüsünü veriyor. Sanırım bu sorumluluk azımsanacak gibi değil. Öyle ki, Gezi krizinde halk desteği ve güçlü bir lider söz konusu olmasaydı, bugün muhtemelen bir teknokrat geçiş hükümeti tarafından yönetiliyor olacaktık.

Eğer dert “Erdoğan’a vuracak” değerli bir kart yaratmak değil de, gerçekten medya özgürlüğü ise, konuyu bu bütünlükle ele almak, belki doğru bir başlangıç olabilir. Hükümeti eleştirdiği gibi, medyayı, kendisini, patronları kıyasıya eleştirmeyen, özeleştiri ve özür içermeyen bir tartışma itibarlı olmayı hak etmiyor.

Alıcısı da sadece kolonyal gözlüklü, operasyonel amaçlı ya da bilgisiz yerli ve yabancılar oluyor.

25.07.2013 İstanbul




20.07.2013 tarihli “Erdoğan’ın değeri nereden geliyor” başlıklı yazımda, Başbakan Erdoğan’ın tarihî bir lider olduğunu, o ve partisinin değerinin, müesses nizam ile olan mücadelede reformcu kimliğe yaklaşıp uzaklaşması ile artıp azaldığını iddia etmiştim. Bu yazıda bu konuyu ilerletmek ve tamamlamak istiyorum.

Bana göre, Türkiye için 12 Eylül 2010 Anayasa Reformu siyasi bir milatsa, Gezi Krizi de toplumsal miladı ima etmekte. Yani milatlar karşılıklı olarak tamamlandı. Milat bu bağlamda, eski ile köprülerin atıldığı, yeni bir dönemin başladığını bize anlatır. Bizler genellikle önemli bir şeyler olduğunu hisseder, ama hâlâ eskinin devam ettiğini düşünürüz. Çevremizde, ülkede, devlette çoğu şey eskisi gibi devam etmekte gibi görünür çünkü. Ama önemli bir “şey” olmuştur.
Gerçekten de, bir on sene sonra, Gezi ile birlikte 2002’den itibaren olan tüm şeylerin Türkiye’yi ve bölgeyi ne kadar derinden değiştirdiğini daha iyi görebileceğiz. Bu değişimin nasıl olacağını ise bizler tayin edeceğiz. Hep birlikte. Bize dair tercihlerle.

Türkiye gibi pozitivist-bütünlükçü bir mühendislikle kurulmuş sanal demokrasilerde, düzeni genellikle “ötekileri” mobilize eden Erdoğan gibi tarihî-karizmatik-cesur-sıradışı liderler değiştirir. Bu durum, çoğunluk “yeni bir tür totaliterlik” veya “yeni bir diktatörlük” olarak –özellikle müesses nizam destekçileri tarafından- gönüllü biçimde karıştırılmaya müsaittir. Çünkü gerçekten de bu türden liderler, idealar dünyamızdaki demokrasinin kodlarına uyan bir karakterle –ne iyi ki- her zaman uyumlu değildir. Bu da kafaları karıştırmaya müsait bir sürü çelişkiler yumağı ile uğraşmamıza neden olur. Aslında çelişkiler düzene dairdir ama biz ona alıştığımız için fark etmeyiz pek.

Eski çağlarda yaşamadığımız için –ne iyi ki- bu itirazlar kanlı karşılaşmalara, yüzyıl savaşlarına dönüşmez. Ama bu “bir tür iç savaş” yaşanmadığını da göstermez.

Çünkü eski sınıflar –cumhuriyet kesimleri- imtiyazlarını “ötekiler” ile paylaşmayı arzu etmezler. Bu eğilim doğal olandır. Eşit olmamaya yönelik bu isteksizlik, bu açıklıkta ifade edilmeyeceği için imtiyazların kaybını sağlayan reformların “antidemokratik”, “totaliter”, “hukuka aykırı” olarak gösterilmesi üzerinden bir mücadele sürer. Bu aslında bir iç mücadelenin “çağımıza uygun” şekilde ambalajlanmasıdır. Bu arada, değişimi talep eden ahlaki üstünlüğü elinde tutmaktadır. Çünkü, zaten değişimi sağlayan dinamizmi, toplumda müesses nizamın ahlaksızlığının kendini saklama kabiliyetini yitirmiş ve ortaya çıkmış olması sağlar. Bu bir tür devrimci durumun özetidir.

Bu çok sert bir savaştır ve savaşı genellikle ciddi bir çoğunluğu arkasına alan Erdoğan gibi bir liderin, eski totaliterliğin kalelerini teker teker yıkması ile verdiği görülür. Savaş kirlidir. Müesses nizam hâlâ devletin çoğu kurumuna hâkimdir. Savaşın, rakibin alanında, onun silahlarıyla verilmesi gerekir. Gücü elinde toplayan liderin, bu mücadelenin sonundaki toplumsal uzlaşma ile varılacak demokratik ülkenin değil, bir geçiş döneminin önderi olduğu göz ardı edilir. Bir ülkede totaliter devlet geleneğinin yıkılması için, liderin gücü geçici bir süre elinde toplayacağı ara dönemlere ihtiyaç vardır. Bu bir temenni, çelişki veya ahlaksız bir teklif değildir; tarihsel bir gerçekliğe denk gelen bir tesbittir.

Yeni güç devleti yeniden kurarken, eski devletin yüzyıl boyunca kendi totaliterliğinin devamı için kurguladığı kurumlara karşı savaş açar; bu kurumların karşısına benzer güce sahip, onun “anladığı dilden konuşan” kendi kurumlarını koymaya çalışır. AK Parti döneminde oluşturulan “yandaş medya” da müesses nizamın koruyucusu merkez medya karşısına bu mantıkla konur ve aynı yöntemleri kullanır. Yargıdaki kadrolaşma da hakeza öyledir. Demokratik ambalajlı bir totaliterliği, demokrasi ambalajlı liberal bir total güçle yenmek, verili durumdur.

Bu arada Montesqiueu’nün eski “kuvvetler ayrılığı” ilkesi tüm dünyada paramparça olmuştur ve bu karmaşık konu her demokratik ülke için evrensel bir sorundur. Hatta Erdoğan gibi geçiş dönemi liderlerinin, reformlara engel olduğu gerekçesiyle “yargı bağımsızlığından” şikâyet ettiği bile görülür. Çünkü, o yargı müesses nizamın bir aygıtını ima etmektedir. Kafalar gerçekten karışmıştır. Müesses nizam, kendi toplumsal kesimlerine bir tür “zihinsel kamulaştırma” uyguladığı için, reformların aslında kendilerine de yaşam kalitesi getireceğini anlamak istemezler. Bizatihi o reformların onların hayatına kattığı kaliteden faydalanırken böyle davranmaları, zihinlerin, ideoloji tarafından yaratılmış sembolik evrende yaşıyor olmasındandır. Bu nedenle, bu kesimlerin TBMM’deki temsilcisi CHP’nin durduğu irrasyonel yer, onları rahatsız etmez. Rahatsızlık, daha çok iktidar olunamamasınadır. Hükümetin antidemokratik yöntemlerle yıkılacağına dair inanç hâlâ etkilidir ve ahlaki çelişki ihmal edilebilir bir boyuttur.

Büyük aklı temsil eden Kemalist devlet, tüm küçük akılların –bireylerin- nasıl düşünmesi, nasıl eylemesi gerektiği planlandığı için, sadece cumhuriyet kesimlerinde değil, AK Parti tabanında da değişim bazen zorlayıcıdır. Çözüm Süreci’nde milliyetçilik ortak kodunun hükümeti –oy kaybı ile- çok zorladığı gibi… Hükümet, reform sürecinde hep bu ikilemi yaşayacak, her krizde ve seçim öncesinde eski kodlara dönme temayülü gösterecektir. Bu bir tür soluklanma gibidir. Eski düzende, eski devletin eylemlerine kimsenin itiraz etmemesi, fırsatını bulduklarında aynı şeyi yapacak ve yapmış olmalarındandır. Totaliter devlet, bireyleri kendi suçlarına ortak eder ve ganimeti onlarla kademeli oranlarda paylaşır. Bu bir tür ahlak kaybıdır. Bu ahlaki kayıp, sadece cumhuriyet kesimlerinin değil, “ötekilerin” de paylaştığı durumdur. Reformlar sürecinde bu ahlak kaybı ciddi bir sorundur.

Erdoğan ve AK Parti’nin son 10.5 yılda yaptıkları gerçekten ciddi bir başarıyı ve övgüyü hak ediyor. Tüm artıları ve eksileri ile ciddi bir mücadele verilerek 2013 baharına kadar gelindi. 12 Eylül referandumu da, vesayetin sinen askerden sonra en güçlü kurumu olan yargıyı kökten değiştirdiği için siyasi bir milat oldu. Bu aslında, adına kibarca “kutuplaşma” dediğimiz iç savaşı ötekilerin kazandığı anlamına da geliyordu. Bu noktada, “ideal” olan, AK Parti ve Erdoğan’ın bu miladı fark etmesi ve cumhuriyet kesimleri ile “barış” imzalaması olacaktı. Çünkü, -kavramları bilerek sert kullanıyorum- bir savaşı kazandığınız halde, yendiğiniz kesimlerle savaşa devam ederseniz, ahlaki üstünlüğünüz aşınmaya başlar. Kimse adını bu açıklıkta henüz koyamıyor olsa da, cumhuriyet kesimleri için “yenilgi”, yani ötekilerle eşitlik ile uzlaşılmaya daha hazır hale gelinmiştir. Şimdi bu hazır hale gelişin gereklerini yapmak ve artık herkes için demokratik reformları sürdürmek gerekir. Üstelik daha demokratik olarak ve eski devletin silahlarını, ahlakını ve yöntemleri artık terk ederek. Aslında, bu durum demokrasi eşiğinin yükseltilmesi için altın bir fırsattır.

Hükümet 2010 referandumundan sonra bu geçişi yapamadı. Asıl krizimiz budur. Bunun üzerine, AK Partili olmayan kesimler, CHP’yi silerek toplumsal aktör haline geldi. Gezi’ye gerçekten daha fazla özgürlük için çıkan gençler, yurttaşlar, bize çok önemli bir fırsat verdi. Bir toplumda özgürlük talebinden daha değerli bir şey olamaz. Bu talep, bireyi ve değişimi önceleyen bir hükümet için de bulunmaz bir fırsattır. Gezi bize, verili demokrasi düzeyimizin, verili medyanın, verili aydın tipinin, verili devlet biçiminin artık kalp yetmezliği yaşadığını göstermiştir. Hükümet, reformcu kimliği ile eski devlete dönüş reflekslerini artık birarada taşımakta daha zorlanacaktır. Bu bir çelişkidir ve giderilmezse çelişkiden negatif olan taraf faydalanır.

Pozitivist Kemalistler, “büyük akıl” olarak insanlar için en iyiyi bildiklerini düşünerek, toplumun kendiliğinden kendi demokrasi geleneğini oluşturmasına 90 yıl ara verdiler, mühendislik uyguladılar. Sonuç, 2002-2010 dönemi oldu. Demek ki, hükümetin bunun tersini yapması, demokrasi ve özgürlük taleplerine yol vermesi gerekiyor. Aslında devletin liberal anlamda tanımı da budur. Ronald Reagan, Jimmy Carter’ı devirip başkan olduğunda yaptığı ilk konuşmada şöyle demişti: “ABD’nin gücü ve diğer dünya devletlerinden daha zengin olmasının nedeni, bu topraklarda daha önce hiç olmadığı kadar geniş ölçüde insanların enerjilerini ve bireysel kabiliyetlerini serbest bırakmış olmasıdır.” Yine Reagan “Mevcut krizde sorunumuzun çözümü devlette değildir. Sorunun kendisi devlettir” de demişti.

Bu da, devletin mümkün olduğun kadar küçültülmesini ve merkezî yönetim gücünün yerel yönetimlere devredilmesini ima ediyor. Hayek’e göre, herkesin devletten göreceği davranışın eşit olması, en gerçekçi eşitlik tanımıdır ve devletin görevi bunu sağlayacak kanunları yapmakla sınırlı olmalıdır. İnsanlar devletten iyi olan şeyleri yapmasını bekleyemez. İnsan hayatı kısıtlı bir süredir. Özgürlükler, bireyin devletin bazı eylemlerini yapmasını engelleme girişiminde bulunması ile gelişir. 3 Kasım 2002 devrimi ve Gezi’de olan şey de budur. İdeal durumda bunu muhalefetin yapması gerekiyordu.

Gezi bu yönüyle hem bir fırsat, hem de ciddi bir risk içeriyor hükümet için. Ülkenin idaresinde “kendiliğinden doğan ve doğacak sivil hareketler ve sivil toplumun önünün açılması” basit ve geçerli formülü ima ediyor. Örneğin kent siyasetinde bu anlamda bir zihinsel reform, hem hükümete cesaret verecek, hem de AK Partili olmayan kesimler ile yakınlaşma sağlayacaktır. AK Parti, aslında kendi seçmen tabanına bunu uygulamıştı. Şimdi aynı yöntemi tüm toplumsal kesimlere yayması gerekiyor. Bunu yapabilirse, hem Çözüm Süreci barışla daha rahat sonuçlanır, hem de hükümet bir on yıl daha ülkeyi yönetmenin meşruiyetini yeniden kazanır.

23.07.2013 İstanbul

 Markar Esayan



 



KPSS sonuçları açıklandı KPSS 2013 A grubu ve öğretmenlik sınavı sonuçları açıklandı. 31 Temmuz 2013 Çarşamba

KPSS sonuçları açıklandı.

https://sonuc.osym.gov.tr/Sorgu.aspx?SonucID=1443 

KPSS 2013 A grubu ve öğretmenlik sınavı sonuçları açıklandı.
ÖSYM, Kamu Personeli Seçme Sınavı (KPSS) A Grubu ve Öğretmenlik ile Öğretmenlik Alan Bilgisi (ÖABT) sınavı sonuçlarını açıkladı. ÖSYM'den yapılan açıklamaya göre, 6-7 Temmuz'da yapılan KPSS A Grubu ve Öğretmenlik Sınavı ile 14 Temmuz'da yapılan 2013-Öğretmenlik Alan Bilgisi (ÖABT) Sınavı'nın değerlendirme işlemleri tamamlandı.
Adaylar, sınav sonuçlarını ÖSYM'nin https://sonuc.osym.gov.tr internet adresinden TC kimlik numaraları ve şifreleriyle öğrenebilecek. Sınav sonuç belgesi basılmayacak ve adayların adreslerine gönderilmeyecek.

Erdoğan gemileri neden yaktı?

Gezi Parkı üzerinden başlayan gerilimin ilk gününde gidişatı, ne olduğunu, neler oluyor olabileceğini anlamaya çalışırken ‘Başbakan Erdoğan herhalde bıktı ve siyaseten intihar ediyor’ diye düşündüğüm bir an oldu. Silkinip Erdoğan’ın gemileri yakmasının altında farklı bir neden olabileceğini düşünmek biraz zamanımı aldı. İki neden olabilirdi; Başbakan ya delirmişti ya da bir yol haritası üzerinde yürüyor olmalıydı. İlkinin olma ihtimalinin çok düşük olduğuna bugün itibarıyla eminim. Erdoğan’ın bugün üstüste yaptıği ve harareti gitgide artırdığı konuşmalarından sonra vardığım sonuç, bazı yerlere çok sert bir mesaj gönderdiği, hatta alenen tehdit ettiğiydi. Ek olarak bu yerlerin, iç siyasetten beklentimiz ana muhalefet CHP olmadığı kesindi.
Bu hafta uzun zamandır ilk defa politize olan kesim bilmese de diğerleri Başbakan’ın stratejik ve taktik söylemlerini de riskli hamlelerini de iyi bilir. Bu şekilde masayı kaldırıp fırlatması çok büyük bir hamle ve bu restin kime olduğunu doğru okumak gerekiyor.
Son ABD ziyareti sonrası, bu gezinin sonuçlarının birkaç hafta sonra alınabileceğini biliyorduk. Bilindiği gibi Başbakan ve heyeti, ABD’ye ‘no fly zone’ isteyerek gitti, Cenevre dayatmasıyla döndü. Cenevre’ye hiç de hevesli olmayan Erdoğan, döndüğünde de Cenevre’ye hevesli görünmedi. ‘Tamam, gideriz, bölge ülkeleriyle de görüşürüz’ cümleleri hep yarım ağızlıydı. Hatta AB’nin Suriyeli muhaliflere silah ambargosunu devam ettirmeme kararı bile yüksek sesle olumlanmadı.
Birkaç gün sonra İstanbul’da toplanan Suriye Ulusal Koalisyonu hararetli tartışmaların ardından önemli kararlar aldı. İlk haber Gassan Hito’nun geçici hükümet başkanlığıyla devam edilip edilemeyeceğinin tartışılmasıydı. Daha sonra açıklandığı üzere, geçici başkanlık seçimi bir sonraki toplantıya ertelendi. Malum, Muaz-el Hatip’in istifasının ve geri dönüşünden sonraki sert çıkışlarının, muhaliflere pasif destek veren bazı ülkelerin Hito dayatmasına karşı olduğu tahmin ediliyordu.
Koalisyon toplantısının sonunda yapılan açıklamaya göre, sosyalist geçmişe sahip Michel Kilo’nun listesinden ve sahada savaşan liderlerden hatırı sayïlır oranda isim koalisyona katıldı. Suriye Ulusal Koalisyonu büyüyerek ve genişleyerek güç kazandı. Cenevre Konferansı’na katılmak için ‘mutlak çözüm’ şartı getirildi. Bu Batı’nın dayattığı Cenevre Konferansı’na verilen en net cevaptı.
Erdoğan’ın Fatih Altaylı’ya verdiği röportajda ‘Beşar’, ‘o adam’ diyerek ne kadar öfkeli olduğunu belli ettiği Esad için direkt olarak ‘gidecek’ demesi, Suriye rejiminin ‘Esad 2014’e kadar hükümetin başında. 2014’te tekrar aday olabilir’ açıklamasına yanıt olduğu belliydi. Ancak Başbakan, ‘Kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla’ misali Esad üzerinden ABD ve Rusya’ya ağır bir mesaj gönderdi. Mesaj kısaca şuydu: ‘Bana öyle el-Kaide’yle falan bir şeyler dayatma. Bu ülkeyi gerekirse Orta Doğu batağïna bir anda sokarım. Benim dünyadaki her ülkeyle ticaretim var, burada her ikinizin de kıyamet kadar yatırımı var. Ben yanarsam herkes yanar.’
Bu tehditin lafta kalmaması için de Orta Doğu’dan bir parça ateşin Türkiye’de yakılmasını göze aldığına neredeyse emin olduğum Başbakan, Altaylı röportajında bu ana mesajın yanında bir taşla başka kuşlar da vurdu:
1. El Kaide’den Hizbullah’a Hamas’tan Müslüman Kardeşleri’ne yoğunlukla müslüman olan tüm Orta Doğu aktörlerine ‘Ben müslümanım. Laik değilim.’ mesajını verdi.
2. Tüm dünyaya Arap Baharı başladığından beri bana ‘hakem’ muamelesi çektiniz. Faul yapana ses çıkarmayıp, meydanı boş bulanların bana saldırmasına müsaade ettiniz. Hadi bakalım.’ dedi.
3. İran’a ‘Yıllardır ben her yerde seni savunurken sen beni ‘Tarafını seç’ diyerek sıkıştırdın ve ‘Ya benden yanasın ya ABD’den’ diyerek tehdit ettin, şimdi de vuruyorsun. Ne sendenim ne ABD’den’ dedi.
4. Bu hamleyi cok büyük ihtimalle sadece 2-3 kişiyle paylaştı. Bu sayede yıllardır ve muhtemelen bürokratlarından, son zamanlarda daha da fazla yaşadığı İran’a ve İsrail’e sızdırmaların önünü aldı. Bu, ofisini dahi dinleyen içeridekilere de ‘Oyununuzu bozarım’ mesajıydı.
5. Baas rejimine artık gizleme gereği bile duymadan aleni şekilde çalışanlara ve Reyhanlı patlamasında parmağı olduğu ortaya çıkanlara ‘Aniden bir karışıklık çıkabilir. Kimbilir bir gece ansızın sizi de Silivri’de misafir ederim’ dedi.
6. Ülke içinde konformistlikleri nedeniyle savaş karşıtı olan hemen herkesi direnişçi yapıp ‘iç savaş’ naraları attırarak ‘fake’ savaş karşıtlığını deşifre etti. Ayrıca herkesi istediği zaman psikolojik olarak savaşa hazırlayabileceğini yedi düvele gösterdi.
Burada özellikle, Suriye’de devrimin bu hale gelmesinde başrolü oynayan gizli özne İran’a özellikle değinmekte yarar var. İran açık alanda belirgin söylevlerle savaşmıyor ama ‘odadaki görünmeyen fil’ misali her yerde var ve bu savaşı o yönetiyor. İran’ın Suriye’deki pozisyonunun Baas rejimini savunmakla bir alakası yok. İran, Suriye’yi, en güçlü rakibi olarak gördüğü El Kaide’yi yok etmek İçin bir sıçrama tahtası olarak görüyor. Neden düşmanı değil de rakibi diyorum: Mehdi’nin geldiği fikri, Türkiyelilere fantastik gelse de, Şii inancında çok önemli bir yer tutuyor. Öyle ki, Cumhurbaşkanlığı seçimleri yaklaşırken yüzü yeşil bir örtüyle kapatılmış erkek fotoğrafları, ‘Mehdi yakında yüzünü gösterecek’ cümleleriyle İran medyasında yer buluyor. Kral Abdullah’ın ölümünü son alamet olarak yorumlayan Şia, Sünniler arasında kısmen yer bulan ‘Mehdi Afganistan’dan çıkacak’ düşüncesini yok etmek istiyor. ‘Mezhepler Mehdi gelene kadar vardır’ inancı, İran için bu rekabeti kazananın mezhep savaşını da kazanması anlamına geliyor. İstanbul’daki üçüncü köprüye Şah İsmail’le savaşan Yavuz isminin verilmesinin de, bizim medyada Türkiyeli Alevilerin hassasiyetleri açısından alınıp farklı algılansa da, İran’a bir gözdağı olarak yorumlanıyor.
Öte yandan, 3 yıldır Arap Baharı’nı, 2 yıldır Occupy Wall Street’i yakından izleyen biri olarak, dezenformasyonun bu kadar hızlı yayıldığına şahit olmamıştım. Bu durum, yurt dışından bu olayları takip eden uzmanların gözünde, yaşananların kurgu olması ihtimalini güçlendirdi. Özellikle ‘polis bir direnişçiyi öldürüp kalbini yedi’ye varacak kadar saçma haberler, Nazi Almanyası benzetmeleri, kimyasal silah asparagasları bu tür olayların gerçekleşme biçimlerini bilimsel olarak ele alanlar tarafından farklı yorumlamalara yol açtı. Olayların kopuş biçimi değil ancak dezenformasyonun logaritmik artış hızı bu farklı yorumları artırdı.
Erdoğan’ın içki ve çevrecilik gibi, etnik unsur, rejim değişikliği gibi ciddi özellikler barındıran diğer ayaklanmalara oranla masum ve hatta PR bile sayılabilecek bir konuyla protesto ediliyor olması, bu yazıda bahsettiğim teoriyi güçlendiren bir durummuş gibi duruyor. Böyle ortaları bekleyen, ‘Bu başka, gelin’ciler de Erdoğan’ı hiç yanıltmıyor.
Kısacası son iki haftada siyasi dilini sertleştiren, muhafazakar düzenlemeleri hiç yapmadığı kadar yüksek doja çıkaran Başbakan, kontrolü dışına çıkacak olayları göze almış olsa da burjuvanın sokağa çıkmasına bilerek ve isteyerek izin vermiş görünüyor. ‘Ağaç’ deyince aklına ‘darağacı’ gelenlerin devrinin geçtiğini bilse de, ufak da olsa var olan bu riski bile göze almış olduğu anlaşılıyor. Cemaat gazetecilerinden ve polis görünümlü sosyal medya hesaplarından gelen yorumlara dikkat etmek ama fazla kulak asmamak lazım. Onlar bir yıl önce oyun dışı kaldilar, şu anda standart bir muhalefet yaparak rol kapabilir miyim düşüncesindeler.
Sonuç itibarıyla, CNNInternational, BBC, RT, Anonymous Erdoğan’ı ne kadar çok eleştirirse onun için işler o kadar yolunda görünüyor. Her uluslararası yayın, dev sermayedarların kendi hükümetlerini sıkıştırıp ‘Noluyor? Orada benim yatırımım, şubem, çalışanım, nakitim, taşınacak malım var’ diyerek sıkıştırmasına sebep oluyor.
Yüzbinlerce insanın öldüğü, milyonlarca insanın sığınmacı olduğu, kaybolduğu, işkence ve tecavüze uğradığı olaylara kayıtsız kalan, hatta bu insanlara fiziksel görünümlerinden ötürü ‘terörist’ diyebilen insanların alkol, çevre gibi faktörler yüzünden şehir terörüne başvurması ve bunu insan hakları ihlaline dayandırması hayatın bir ironisi gibi. “Polis şiddetini kınıyorum” gibi resmi cümleler yazmıyorum. Orayı aştık. Erdoğan haklı mı haksız mı tartışmasına girmiyorum. Keyifli bir yol değil ama eğer düşündüğüm gibiyse yanındayım. Yanıbaşımızdakiler katlediliyorken ‘evim huzurlu olsun’ diyememenin kahramanca bir güzelliği var. Savaşlar kirlidir, tek lekesi bu olsun. Bunu ulusal bir vaka olarak görmek varolduğun coğrafyadan da dünyadan da bihaber olmak demek. Ben de artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını umuyorum. Hayırlısı neyse o olsun.
- See more at: http://mervesebnem.com/post/51997620169/erdogan-gemileri-neden-yakt#sthash.zRCpYXtY.dpuf

Erdoğan gemileri neden yaktı?

Gezi Parkı üzerinden başlayan gerilimin ilk gününde gidişatı, ne olduğunu, neler oluyor olabileceğini anlamaya çalışırken ‘Başbakan Erdoğan herhalde bıktı ve siyaseten intihar ediyor’ diye düşündüğüm bir an oldu. Silkinip Erdoğan’ın gemileri yakmasının altında farklı bir neden olabileceğini düşünmek biraz zamanımı aldı. İki neden olabilirdi; Başbakan ya delirmişti ya da bir yol haritası üzerinde yürüyor olmalıydı. İlkinin olma ihtimalinin çok düşük olduğuna bugün itibarıyla eminim. Erdoğan’ın bugün üstüste yaptıği ve harareti gitgide artırdığı konuşmalarından sonra vardığım sonuç, bazı yerlere çok sert bir mesaj gönderdiği, hatta alenen tehdit ettiğiydi. Ek olarak bu yerlerin, iç siyasetten beklentimiz ana muhalefet CHP olmadığı kesindi.
Bu hafta uzun zamandır ilk defa politize olan kesim bilmese de diğerleri Başbakan’ın stratejik ve taktik söylemlerini de riskli hamlelerini de iyi bilir. Bu şekilde masayı kaldırıp fırlatması çok büyük bir hamle ve bu restin kime olduğunu doğru okumak gerekiyor.
Son ABD ziyareti sonrası, bu gezinin sonuçlarının birkaç hafta sonra alınabileceğini biliyorduk. Bilindiği gibi Başbakan ve heyeti, ABD’ye ‘no fly zone’ isteyerek gitti, Cenevre dayatmasıyla döndü. Cenevre’ye hiç de hevesli olmayan Erdoğan, döndüğünde de Cenevre’ye hevesli görünmedi. ‘Tamam, gideriz, bölge ülkeleriyle de görüşürüz’ cümleleri hep yarım ağızlıydı. Hatta AB’nin Suriyeli muhaliflere silah ambargosunu devam ettirmeme kararı bile yüksek sesle olumlanmadı.
Birkaç gün sonra İstanbul’da toplanan Suriye Ulusal Koalisyonu hararetli tartışmaların ardından önemli kararlar aldı. İlk haber Gassan Hito’nun geçici hükümet başkanlığıyla devam edilip edilemeyeceğinin tartışılmasıydı. Daha sonra açıklandığı üzere, geçici başkanlık seçimi bir sonraki toplantıya ertelendi. Malum, Muaz-el Hatip’in istifasının ve geri dönüşünden sonraki sert çıkışlarının, muhaliflere pasif destek veren bazı ülkelerin Hito dayatmasına karşı olduğu tahmin ediliyordu.
Koalisyon toplantısının sonunda yapılan açıklamaya göre, sosyalist geçmişe sahip Michel Kilo’nun listesinden ve sahada savaşan liderlerden hatırı sayïlır oranda isim koalisyona katıldı. Suriye Ulusal Koalisyonu büyüyerek ve genişleyerek güç kazandı. Cenevre Konferansı’na katılmak için ‘mutlak çözüm’ şartı getirildi. Bu Batı’nın dayattığı Cenevre Konferansı’na verilen en net cevaptı.
Erdoğan’ın Fatih Altaylı’ya verdiği röportajda ‘Beşar’, ‘o adam’ diyerek ne kadar öfkeli olduğunu belli ettiği Esad için direkt olarak ‘gidecek’ demesi, Suriye rejiminin ‘Esad 2014’e kadar hükümetin başında. 2014’te tekrar aday olabilir’ açıklamasına yanıt olduğu belliydi. Ancak Başbakan, ‘Kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla’ misali Esad üzerinden ABD ve Rusya’ya ağır bir mesaj gönderdi. Mesaj kısaca şuydu: ‘Bana öyle el-Kaide’yle falan bir şeyler dayatma. Bu ülkeyi gerekirse Orta Doğu batağïna bir anda sokarım. Benim dünyadaki her ülkeyle ticaretim var, burada her ikinizin de kıyamet kadar yatırımı var. Ben yanarsam herkes yanar.’
Bu tehditin lafta kalmaması için de Orta Doğu’dan bir parça ateşin Türkiye’de yakılmasını göze aldığına neredeyse emin olduğum Başbakan, Altaylı röportajında bu ana mesajın yanında bir taşla başka kuşlar da vurdu:
1. El Kaide’den Hizbullah’a Hamas’tan Müslüman Kardeşleri’ne yoğunlukla müslüman olan tüm Orta Doğu aktörlerine ‘Ben müslümanım. Laik değilim.’ mesajını verdi.
2. Tüm dünyaya Arap Baharı başladığından beri bana ‘hakem’ muamelesi çektiniz. Faul yapana ses çıkarmayıp, meydanı boş bulanların bana saldırmasına müsaade ettiniz. Hadi bakalım.’ dedi.
3. İran’a ‘Yıllardır ben her yerde seni savunurken sen beni ‘Tarafını seç’ diyerek sıkıştırdın ve ‘Ya benden yanasın ya ABD’den’ diyerek tehdit ettin, şimdi de vuruyorsun. Ne sendenim ne ABD’den’ dedi.
4. Bu hamleyi cok büyük ihtimalle sadece 2-3 kişiyle paylaştı. Bu sayede yıllardır ve muhtemelen bürokratlarından, son zamanlarda daha da fazla yaşadığı İran’a ve İsrail’e sızdırmaların önünü aldı. Bu, ofisini dahi dinleyen içeridekilere de ‘Oyununuzu bozarım’ mesajıydı.
5. Baas rejimine artık gizleme gereği bile duymadan aleni şekilde çalışanlara ve Reyhanlı patlamasında parmağı olduğu ortaya çıkanlara ‘Aniden bir karışıklık çıkabilir. Kimbilir bir gece ansızın sizi de Silivri’de misafir ederim’ dedi.
6. Ülke içinde konformistlikleri nedeniyle savaş karşıtı olan hemen herkesi direnişçi yapıp ‘iç savaş’ naraları attırarak ‘fake’ savaş karşıtlığını deşifre etti. Ayrıca herkesi istediği zaman psikolojik olarak savaşa hazırlayabileceğini yedi düvele gösterdi.
Burada özellikle, Suriye’de devrimin bu hale gelmesinde başrolü oynayan gizli özne İran’a özellikle değinmekte yarar var. İran açık alanda belirgin söylevlerle savaşmıyor ama ‘odadaki görünmeyen fil’ misali her yerde var ve bu savaşı o yönetiyor. İran’ın Suriye’deki pozisyonunun Baas rejimini savunmakla bir alakası yok. İran, Suriye’yi, en güçlü rakibi olarak gördüğü El Kaide’yi yok etmek İçin bir sıçrama tahtası olarak görüyor. Neden düşmanı değil de rakibi diyorum: Mehdi’nin geldiği fikri, Türkiyelilere fantastik gelse de, Şii inancında çok önemli bir yer tutuyor. Öyle ki, Cumhurbaşkanlığı seçimleri yaklaşırken yüzü yeşil bir örtüyle kapatılmış erkek fotoğrafları, ‘Mehdi yakında yüzünü gösterecek’ cümleleriyle İran medyasında yer buluyor. Kral Abdullah’ın ölümünü son alamet olarak yorumlayan Şia, Sünniler arasında kısmen yer bulan ‘Mehdi Afganistan’dan çıkacak’ düşüncesini yok etmek istiyor. ‘Mezhepler Mehdi gelene kadar vardır’ inancı, İran için bu rekabeti kazananın mezhep savaşını da kazanması anlamına geliyor. İstanbul’daki üçüncü köprüye Şah İsmail’le savaşan Yavuz isminin verilmesinin de, bizim medyada Türkiyeli Alevilerin hassasiyetleri açısından alınıp farklı algılansa da, İran’a bir gözdağı olarak yorumlanıyor.
Öte yandan, 3 yıldır Arap Baharı’nı, 2 yıldır Occupy Wall Street’i yakından izleyen biri olarak, dezenformasyonun bu kadar hızlı yayıldığına şahit olmamıştım. Bu durum, yurt dışından bu olayları takip eden uzmanların gözünde, yaşananların kurgu olması ihtimalini güçlendirdi. Özellikle ‘polis bir direnişçiyi öldürüp kalbini yedi’ye varacak kadar saçma haberler, Nazi Almanyası benzetmeleri, kimyasal silah asparagasları bu tür olayların gerçekleşme biçimlerini bilimsel olarak ele alanlar tarafından farklı yorumlamalara yol açtı. Olayların kopuş biçimi değil ancak dezenformasyonun logaritmik artış hızı bu farklı yorumları artırdı.
Erdoğan’ın içki ve çevrecilik gibi, etnik unsur, rejim değişikliği gibi ciddi özellikler barındıran diğer ayaklanmalara oranla masum ve hatta PR bile sayılabilecek bir konuyla protesto ediliyor olması, bu yazıda bahsettiğim teoriyi güçlendiren bir durummuş gibi duruyor. Böyle ortaları bekleyen, ‘Bu başka, gelin’ciler de Erdoğan’ı hiç yanıltmıyor.
Kısacası son iki haftada siyasi dilini sertleştiren, muhafazakar düzenlemeleri hiç yapmadığı kadar yüksek doja çıkaran Başbakan, kontrolü dışına çıkacak olayları göze almış olsa da burjuvanın sokağa çıkmasına bilerek ve isteyerek izin vermiş görünüyor. ‘Ağaç’ deyince aklına ‘darağacı’ gelenlerin devrinin geçtiğini bilse de, ufak da olsa var olan bu riski bile göze almış olduğu anlaşılıyor. Cemaat gazetecilerinden ve polis görünümlü sosyal medya hesaplarından gelen yorumlara dikkat etmek ama fazla kulak asmamak lazım. Onlar bir yıl önce oyun dışı kaldilar, şu anda standart bir muhalefet yaparak rol kapabilir miyim düşüncesindeler.
Sonuç itibarıyla, CNNInternational, BBC, RT, Anonymous Erdoğan’ı ne kadar çok eleştirirse onun için işler o kadar yolunda görünüyor. Her uluslararası yayın, dev sermayedarların kendi hükümetlerini sıkıştırıp ‘Noluyor? Orada benim yatırımım, şubem, çalışanım, nakitim, taşınacak malım var’ diyerek sıkıştırmasına sebep oluyor.
Yüzbinlerce insanın öldüğü, milyonlarca insanın sığınmacı olduğu, kaybolduğu, işkence ve tecavüze uğradığı olaylara kayıtsız kalan, hatta bu insanlara fiziksel görünümlerinden ötürü ‘terörist’ diyebilen insanların alkol, çevre gibi faktörler yüzünden şehir terörüne başvurması ve bunu insan hakları ihlaline dayandırması hayatın bir ironisi gibi. “Polis şiddetini kınıyorum” gibi resmi cümleler yazmıyorum. Orayı aştık. Erdoğan haklı mı haksız mı tartışmasına girmiyorum. Keyifli bir yol değil ama eğer düşündüğüm gibiyse yanındayım. Yanıbaşımızdakiler katlediliyorken ‘evim huzurlu olsun’ diyememenin kahramanca bir güzelliği var. Savaşlar kirlidir, tek lekesi bu olsun. Bunu ulusal bir vaka olarak görmek varolduğun coğrafyadan da dünyadan da bihaber olmak demek. Ben de artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağını umuyorum. Hayırlısı neyse o olsun.
- See more at: http://mervesebnem.com/post/51997620169/erdogan-gemileri-neden-yakt#sthash.zRCpYXtY.dpuf

30 Temmuz 2013 Salı

Terastaki zeytin ağacına bakarken Anlamını ancak tercüme edildiğinde bulan bir şiire benziyor bazen hayat

Terastaki zeytin ağacına bakarken…


yasemin çongar



Anlamını ancak tercüme edildiğinde bulan bir şiire benziyor bazen hayat. 

Sanırım, en iyi sürgünü seçenler bilir bunu; 

dillerin, dünyaların, duyguların arasında yaşayan sahipsizler, tercümeyle meramın o netameli ilişkisini susarken de hissederler. 

Kendini aynı anda hem azınlık hem arafta bulabilen aidiyet özürlüler için her dil ayrı bir tutsaklıktır.

Tercüme ihtiyacı, bir şeyi yeniden ve başka kelimelerle söyleme ihtiyacı olduğu kadar, bir şeyi “ilk” kez söyleme ihtiyacıdır da oysa. Her kelime bir duygunun, bir tecrübenin, bir hâlin, bir nesnenin dile tercüme edilmesi değil midir nihayetinde; her isim bir ilişkiden, bir iletişimden, bir işaretleme ihtiyacından doğmaz mı? Her isim anlattığı kadar oldurmaz mı? Her işaret, gösterdiği şeyi aynı zamanda bağlamaz mı? Bizi özgürleştirirken, bir yandan da pekâlâ kuşatıp sınırlamıyor mu dilimiz?

“Şiir, tercüme esnasında yitirilen şeydir,” diyen şair,[i] sadece ahenge ermiş kelimelerin ikâmesizliğinden mi dem vuruyor sizce, yoksa her birimizin hayatla kurduğu o çok özel ilişkide, ebedî yalnızlığımızın izlerini de mi görüyor?

Bunları yazarken, zeytin ağacının kimliğini düşünüyorum.



Çoktan seçmeli değil, çoklu bir şey

Marx der ki, tercüme ederek sosyalist devrim yapılmaz. En temel eserlerinden birinin girizgâhında, 1848 Devrimi’nin eski tecrübelerin bir parodisi olmanın ötesine geçemediği hükmünü verip şöyle yazar: “Yeni bir dil öğrenen kişi de acemiliğinde her sözü önce anadiline çevirir; oysa ancak hafızasında anadilini yoklamaksızın yeni dilin içinde devindiğinde, o dilin içindeyken, içine doğmuş olduğu dili unuttuğunda, yeni dilin ruhunu ele geçirebilecek, o dilin içinde özgürce söz üretebilecektir.”[ii] 

Yeni bir dil öğrenmeye teşebbüs etmiş olan herkes, başlangıçta anadiliyle arasında süren med-ceziri hatırlar. Ama insanın içine doğduğu dili büsbütün unutmasının, sadece belli zaman dilimlerinde bile olsa bu dilden tamamen özgürleşmesinin mümkün olduğunu ima etmekle, kendi tezine derin bir çentik atmıştır Marx. İmkânsızı istemiştir. Zaten birkaç paragraf sonra, burjuvazinin kendi “gerçek tercümanlarını” ortaya çıkarışını, keskin bir kopuştan ziyade bir dönüşümün hikâyesi olarak anlatır; sosyalist devrimler için ise burjuva devrimlerinden tamamen farklı, geçmiş kuşakların tecrübesini katî sûrette unutan, “sil baştan” bir yaklaşım gerektiğini söyler, ama bu ihtiyacı hakkıyla açıklayıp, temellendirmekten uzak durur. Ve tabii, Marx’ı okuyarak yola çıkanların dünyanın dört yanındaki pratiği, onun zorunlu saydığı mutlak unutuşu asla gerçekleştirememiş olan “tercüme” devrim denemeleriyle doludur.

Zira çoktan seçmeli bir şey değil benlik, çoklu bir şey. Öyle bir tecrübeler bütünüyüz ki her birimiz, sadece hatırladıklarımızdan, sadece dilimizin ucunda taşıdıklarımızdan, seçenekler arasından o an için çekip çıkardıklarımızdan değil, bilincimizin ve hafızamızın şimdi erişilmez görünen dip katmanlarındaki her bir hadiseden, her bir duygudan, her bir “dil”den de müteşekkiliz aynı zamanda.

Düşündüğümde, konuştuğumda, eylediğimde bir bütün olarak düşünüyor, konuşuyor, eyliyorum. Benliğimin bir kısmını unutmam, ertelemem, yok saymam mümkün değil. Bırakın içine doğduğum “dil”i, içinden geçtiğim, kıyısında durduğum, hatta işitmemek için kulaklarımı tıkayacak kadar kendime uzak bulduğum “diller”i bile büsbütün söküp atmam mümkün değil içimden.

Bunları yazarken karşımda bir zeytin ağacı var. İki serçe, ağacın dibindeki beyaz çakıltaşlarının arasından toprağı gagalıyor. Serçeler gidecek; ağaç, taşlar ve toprak daha uzunca bir süre burada kalacak, biliyorum. Ben gideceğim, onlar kalacak. Hayatın ritmi böyle.



Pasaport polisinden geçmek

Hayata hudutlar çizip, kendini o hudutlar içine hapsetmeyi seven bir canlı türüyüz biz. Ömrümüzün kesin bir bitiş çizgisinde sonlanacak olması yetmiyor nedense; o bitiş çizgisine er geç mutlaka varacak bîçare fâniler olduğumuzu bilmek bile yaşadığımız alanı yeni yeni çizgilerle daraltmaktan vazgeçirmiyor bizi. Alman ilâhiyatçı Dieter Hoffmann-Axthelm, modern çağın paradigmasını en iyi özetlediğini söylediği – dolayısıyla da bugün artık ziyadesiyle arkaik bir hal aldığını kendisinin de peşinen teslim ettiği – sahnede, elindeki pasaportu inceleyen sınır polisini görür.[iii] Hem yüzeysel hem dipsiz, hem aşikâr hem anlaşılmaz bir sahnedir bu: “Aşikâr olan, şu ya da bu kişi olarak bir kimliğe sahip olma mecburiyetimizdir; dipsiz ve bu nedenle de sinsi olan şey ise o kimliğin – hangi kimliğin – kanıtlanma yöntemi...”

Hudutların ayakta tuttuğu düzen ve bu düzenin dayandığı kurallar bütünü, bir “kimliğimiz” olmasını gerektiriyor. Sınırı aşmak için bir pasaport lâzım bana, sokağa çıktığımda nüfus kâğıdım hep cebimde olmalı, sorduklarında onlara sadece bana ait olan o numarayı söyleyebilmeliyim ki, yarattığımız bu tuhaf sistemde beni – hangi beni – bulabilsinler.

Zira numarasız, kayıtsız, işaretsiz, isimsiz olmam aslında olmamam anlamına gelirdi biliyorum. Tercüme edilmediğim sürece, sisteme anlatamam varlığımı, anlamlandıramam. Önce bir kimliğe hapsolacağım ki beni serbest bıraksınlar.

Biliyorum “hem oyum hem buyum” olmaz; çoğul kalamam, tekilleşeceğim. “Ne oyum ne buyum” olmaz, illâki şıklardan birine sığışacağım. Sistemde aranıp bulunabilir, bulunduğumda tanımlanabilir, tanımlandığımda sınıflandırılabilir olabilmem için önce bir güzel genellenecek, sonra pattadanak indirgeneceğim. Velhâsıl, olmak için hiç sesimi çıkarmadan eksileceğim; herkes gibi, hepimiz gibi. Bir bütün olarak konuşan, düşünen, eyleyen o çoklu, o karmaşık, o tarife gelmez benlik uysalca, itirazsız, sualsiz silecek kendini; yeter ki pasaport polisinde sorun çıkmasın!

Bunları yazarken, çığlık çığlığa bir martı uçtu zeytin ağacının tepesinden; canhıraş. Ağaç şöyle bir kıpırdadı mı ne? Başka bir diyara gidecek olsa, ona da bir “pasaport” verirler belki. “Bitkiler âleminden, kapalı tohumlular bölümünden, iki çenekliler sınıfından, lamiales takımından, zeytingiller familyasından, olea cinsi, olea europaea türü…” Olmadı, boyunu, çapını ölçerler, bir de numara çakarlar gövdesine! Burada, benim karşımda, yorgun şehrin güngörmüş çatılarından birinin rüzgârlı terasında, yüzünü denize, sırtını damlara vermiş bir hâlde, martılarla, serçelerle ve tabii oyunbaz kargalarla, sağında arsız bir yasemin, solunda nazlı bir nar, eteklerinde her kış küsen lavanta ve müdanasız çileklerle yaşayan, tek tanecik meyvesini beş sene önce veren bu ağacı, onu aslında hiç anlatmayan üç beş satıra ne de kolay indirgerler kimbilir.



Kimliğin kafesi, kim-liğin kanatları                     

İstisnasız bütün Batı dillerinde “kimlik,” Latince identitas kelimesinden türemiş haliyle var bugün. Identitas – sonradan Heidegger’in anlamamıza yardımcı olduğu haliyle – ayniyetten ziyade bir özdeşlik ifade ediyor; matematikte özdeşlik (identity) denen ilişki biçimi gibi, nicel bir ayniyete işaret eden eşitlikten (equality) farklı olarak, içindeki değişkenlere verilecek bütün gerçek sayılar için doğru olan bir denklemi getiriyor akla. “X”in değeri ne olursa olsun, 2X-X = X. Ne kadar karmaşık bir işlemi ifade etseniz de siz, ne kadar çok değişken olsa da içinizde, sonunda bozulmayan bir özdeşliksiniz.

Arapçada bir şeyin “mahiyetini, hakikatini, aslını” anlatarak, hüve’yi, yani söz konusu üçüncü tekil şahsı, “o” olup olmama durumunu tescil eden hüviyyet[iv] kelimesi gibi, bize – adı üstünde – “kim” olduğumuzla ilgili bir şey söyleyen “kimlik” kelimesi de, ilk anda, Latinceden türemiş kardeşlerinden daha sahici geliyor insana. Oysa kimliğimiz üzerinden gördüğümüz her muamelede, çok geçmeden, “kim” olduğumuza değil, “kimlerden” olduğumuza, “kimlerden” sayıldığımıza dair bir işaretin, bir özdeşlik denkleminin içinde buluyoruz kendimizi.

Kimlik, “kim-lik”ten ayrı bir şey bu anlamda; identity, İngilizcede son dönemde tam da bu ayrımı vurgulamak için türetilmiş bir kelimeyle söylersem, whoness ile aynı şey değil.

Kimlikte ifadesini bulan özdeşlik, “kim-lik” üzerine, yani “kim” olduğumuz üzerine düşünürken hissettiğimiz “ziyadesiyle özel, biricik ama çoğul ve kimselere benzemez” olma halinin yanında, bir kafesi çağrıştırmıyor mu? “Kimim ben” sorusunun sonsuz karşılıkları nasıl kanatlandırıyorsa zihnimizi, “kimlik” bahsinde bize sunulan sınırlı seçenekler de öyle hapsetmiyor mu?

Bunları yazarken, zeytin ağacının kıpırtılı dalları arasından uzak bir hayal gibi görünüyor güney kıyısı… Zeytinliklerini çok iyi bildiğim o yarımadadaki zeytin ağaçlarının hiçbirini tanımıyorum.



Zalim de, mazlum da genelliyor

Sadece pasaport polisinden geçerken veya sadece hekime, hâkime işimiz düştüğünde ya da, ne bileyim, okula kaydolurken, sandığa oy atarken, emeğimizin karşılığını alırken ve – kaçış yok – vergimizi verirken gösterdiğimiz bir kâğıt parçasından ibaret olsaydı “kimlik”, pek sorun olmazdı sanırım; böyle birkaç kelimeye sıkışmış hissetmezdik kendimizi. Ama soğuk sicil kayıtlarında değil yalnızca, hayatımızın gündelik ve toplumsal, sıcak ve akıcı olan geniş kısmında da kimliğimizle varız biz; her birimizin hayatla kurduğu o çok özel ilişkiyi ısrarla ıskalayan bir varoluş bu, şiirini yitirmiş bir tercüme.

Üstelik benlik, onu bir ırkın, bir soyun, bir cinsin, bir mezhebin, bir sülâlenin  parçası kılan kimliğine ne kadar mesafeli olursa olsun, o kimliğin hayatı kuşatan bir kudreti var. İktidar hâlâ ekseriya kimlik üzerinden kuruluyor bu düzende. Ve muktedir, kendi kimliğinden saymadıklarını ayrımcılığın, dışlanmanın, baskının, nefretin, zulmün, soykırımın nesnesine dönüştürdüğünde, isyan bayrağı niyetine yükseltecek tek şey olarak yine kimliğimiz kalıyor bize.

Kimlikten bir “kafes” olarak söz etmenin münasebetsizliği de burada zaten. Kürt doğup “Kürdüm” diyemeden ölen milyonlarca insanın memleketinde, yaraya neşter atmak gibi bir şey kimliği küçümsemek. Anadilinde varolabilmek uğruna, hem farklı hem eşit olabilmek uğruna, bir işaret, bir kelime, bir isim uğruna kanayıp kanatmış insanların arasında durup, her dilin ayrı bir tutsaklık, her kimliğin ayrı bir cendere olduğunu yüksek sesle söylemenin fevkâlâde vakitsiz bir yanı var.

Ama kendini hem azınlık hem arafta bulan aidiyet özürlüler de az değil bu diyarda biliyorum. Zulüm, son tahlilde her zaman benliği ezer zira. Ve başkaldıran, son tahlilde her zaman benliğin kendisidir.

Çoklu bir benlik, kimliğinin tek bir ekseni üzerinden nereye kadar temsil edebilir ki kendini? “Kürdüm, Aleviyim, lezbiyenim” diyen bir kadın, kimliklerinden birinin zaferiyle nasıl kurtulabilir zulümden?

Peki ya, bir yandan kimlik mücadelesi verirken, o mücadelenin reva gördüğü siyasi genellemeler, giderek kendine ilişkin algısını tarif etmekle yetinmeyip, dikte etmeye de kalktığında ne yapar insan? Tanınması uğruna hayatını ortaya koyduğun bir kimliğin içinde, kendini tanıyamaz hale geldiğin zaman, kurtuluşun nerede artık, hangi yöne döneceksin yüzünü?

Bunları yazarken, güneşin içinden süzülen ince bir yağmur ıslatıyor zeytin ağacını. Yakında çiçeğe duracak, biliyorum. Her bahar olduğu gibi yine iki ayrı tür çiçek açacak. Salkım salkım. Her bahar olduğu gibi ben yine o salkımlara çok yakından bakacağım. Çiçeklerden hangisi hermafrodit, hangisi erkek; hangisinin hem erkek hem dişi organı var, hangisinin dişi organı körelmiş anlamaya çalışacağım. Herhalde yine anlayamayacağım.



[i] Robert Frost’un en çok bilinen mısralarından bile daha meşhur bir sözü: “Poetry is what gets lost in translation.”

[ii] Marx, Karl. Louis Bonaparte’ın On Sekiz Brumaire’i, Tanıl Bora’nın tercümesi, İstanbul: İletişim, 2010.

[iii] Hoffman-Axthelm, Dieter. “Identity and reality: the end of the philosophical immigration officer.” Modernity & Identity, Ed. Scott Lash & Jonathan Friedman, Oxford: Blackwell, 1992.

[iv] Kelimenin yazılışı da karşılığı da Ferit Devellioğlu’nun Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lûgat’ından.

Bugün Anadolu tecrübesinin yerine aynı cemaat, kulüp ve kasttan olma anlayışı egemen kılınmıştır. 28 07 2013 pazar Tuz kokarsa… Her yıl Ramazan ayında iç gündemin tartışmaları genelde dini konularda yapılmaktaydı. Bu yıl bir olay istisna dini tartışmalar gündem oluşturmadı. Bir kısım dini sorulara verilen cevaplar da magazinsel bir tarzda ele alındı. Bunlar da 'oruçlu denize girilir mi ve sakız çiğnenir mi' tarzındaydı. Gündem oluşturan esas tartışma sahurun vaktiyle ilgiliydi. Bir ilahiyatçıya göre Diyanet sahuru erken sonlandırmakta ve insanlar birkaç saat uzun oruç tutmaktaydı. Üzülerek gördük ki, kuruma yönelik eleştiri olduğundan tahammül edilir bir düzeyde karşılanmadı. İddia sahibine yönelik televizyon programını sabote etmek olmak üzere olumsuz davranışlar sergilendi. Oysa bundan önce ilahiyatçılar arasında daha karmaşık ve gelenekselleşmiş uygulamalara yönelik eleştirilere gerekli müdahale yapılmamıştı. Son yıllarda toplumda tahammül kültürünün zayıflamakta olduğunu görmekteyiz. Bir kişinin kendisine göre doğru ama başkasına göre yanlış algılanan bir konu üzerinde kişinin olayı açıklamasına bakılmadan veya gerekçesini dinlemeden hemen karşıt bir kampanya ile linç tavrı devreye girmektedir. Anlaşılan odur ki insanlar artık birbirlerini dinlemiyor, herkes duymak istediği sese kulak kesiliyor. Herkes karşısındakini anlama ve ikna etme gayretinden çok boyun eğdirme ve ötekileştirme yarışı içinde. Oysa Anadolu kültürü farklı inançların, kültürlerin, etnik yapıların ve dillerin bir arada yaşama temelinde oluşmuştu. Bugün Anadolu tecrübesinin yerine aynı cemaat, kulüp ve kasttan olma anlayışı egemen kılınmıştır. Bu durum ortamda sahici davranışları azaltmış, bunun yerine yapay ve ikiyüzlülüğü artırmıştır. Gelişen olaylar üzerine yapılan 'olaylar bazılarının maskesini düşürmüştür' yorumları geldiğimiz noktayı dramatik biçimde açıklamaktadır. Merak ediyorum; nasıl bir davranış içindeyiz ki karşımızdaki insan bizim yanımızda gerçek kimliğini maskeleme gereği duyuyor. Bu durum bizim tutumumuzdan mı kaynaklanıyor yoksa karşımızdakinin kişilik zaafı mı? Hangisi daha baskın? İnandığımız din ve yaşadığımız coğrafyada ki kültür, insanların birbirlerinin yüzüne hakaret ve küfrün dışında, edep dairesi içinde her şeyi söyleyebilme cesareti sağlıyordu. Birlikte yaşamanın getirdiği bir hukuk vardı. Bir yerde çok yüzlü veya maskeli türler türemiş ise orada arızalı bir durum vardır. Bu arızalı durumun giderilmesi; itaatkâr, tabi ve tebaa insanların yetişmesiyle değil, kimlikli, kişilikli, haksızlık karşısında tavır alan, sorgulayan, eleştiren, iyiliği teşvik eden ve kötülükten sakındıran insanların yetiştirilmesiyle mümkündür. Öyle bir an içinde yaşıyoruz ki iyilik, doğruluk ve dürüstlük haber değeri taşımaya başladı. Oysa iyilik, doğruluk ve dürüstlük insan olmak, insan kalmanın gereğidir. Yalnızlaşmanın ve içe kapanmanın arttığı, örnek insan veya rol modellerin azaldığı bir dünyaya evirildik. Dini sorunlarımızı çözmek ve anlayışlarımızı zenginleştirmek için atanan insanlar kötülüğü, fesadı ve fitneyi çoğaltıyorlarsa artık tuz kokmuştur. İslam'ın iki şartı vardır: birincisi iman etmek, ikincisi iyilik yapmaktır. Görevimiz iyilik yapmak, iyiliği teşvik etmek ve kötülüğü önlemektir. Bugün başkalarının kötülüklerini anlatarak, iyiliği yaygınlaştırmaktan çok kötülüğe meşruiyet kazandırıyoruz. Hz Peygamberimiz (sav) 'Bir kul, bu dünyada başka bir kulun ayıbını örterse, kıyamet gününde Allah da onun ayıbını örter' diye buyurdu. Hz. Mevlana şöyle der: 'Cömertlik ve yardım etmede akarsu gibi ol Şefkat ve merhamette güneş gibi ol Başkalarının kusurunu örtmede gece gibi ol Hiddet ve asabiyette ölü gibi ol Tevazu ve alçakgönüllülükte toprak gibi ol Hoşgörürlükte deniz gibi ol Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol.' Alija der ki: Dünyanın bütün büyük dinleri şu basit hakikati öğretmeye çalışır ve hakikatler basittir. Sana yapılmasını istemediğin şeyi başkasına yapma. Ya da öyle hareket et ki, davranışların herkes için geçerli olsun; ne sana göre değişsin ne de başkalarına göre… SÜLEYMAN GÜNDÜZ 28 07 2013