Tek umutları hükümeti zorbalaştırmak.
Globalleşen dünyada, demokrasiler de ancak global bir destek, onay, hayırhah bir tutum ya da en kötüsünden tarafsız bir tutumla çevrelendikleri takdirde rahatça gelişip derinleşebiliyor. Aksi durumda, yani düşmanca bir tutumla sarmalanmış, tecrit edilmiş bir demokrasinin işi gerçekten çok zor.
Bunu söylerken sadece global dünyanın siyaset sınıfını kastetmiyorum; aynı zamanda ve daha önemli olarak dünya kamuoyunu kastediyorum. Zaten artık iç ve dış kamuoyunun arasındaki sınırların kalktığı; istikrarlı bir iktidar için hükümetlerin sadece iç kamuoyunda değil, dünya kamuoyunda da meşruiyet aramaları gereken bir çağdayız.
Artık ne sandık ne de darbe umudu olmayanlar da bu gerçeği çok iyi bildikleri için, geriye kalan son silahlarını çektiler. Epey bir süredir, var güçleriyle dünya kamuoyunun AK Parti hükümetine karşı cephe alması, iktidarın uluslararası tecride sürüklenmesi için yoğun bir çaba içindeler. Bunu başarabilmelerinin tek yolu ise hükümeti zorbalaştırmak...
Gerek haftalardır propagandası yapılan "Ekim ayaklanması"nın, gerekse Silivri'yi meydan savaşına çevirme planlarının arka planında bu umut var. Eski düzeni geri getirme sevdasında olanlar hükümetin hata yapmasının pususuna yatmış durumdalar. Hükümet telaşlanacak, saldıracak, zorbalaşacak, haksız zemine düşecek ve biraz daha tecrit olacak...
AK Parti hükümetinin bu planı görmediğini düşünemeyiz. Ne var ki, Silivri'deki karar duruşmasına girişin yasaklanması, plan görülse bile yeteri kadar ciddiye alınmadığını gösteriyor.
Yarınki (size göre bugünkü) tabloyu görür gibiyim...
Bir yanda Silivri'ye varmak için her yolu denemeye kararlı militan CHP'liler ve İşçi Partililer... (Ulusal kanal spikerinin Gezi olayları sırasında ağzından kaçırdığı gibi) günün, çok sayıda yaralı hatta mümkünse "ünlü" yaralı, hatta ölümle kapanmasından daha fazla hiçbir şey istemiyorlar...
Öbür yanda ise, Silivri'de kuş uçurtmamaya kararlı, alınan kararın uygulanmasında en ufak bir zaaf yaşanmasına tahammülü olmayan, tahkimatını kurmuş, bütün yolları kesmiş, bütün çıkışları kapatmış güvenlik güçleri...
Bunun sonucu, mutlak çatışma, mutlak şiddettir... Silivri'de değil ama şehrin her yerinde sokak gösterileri, çatışmalardır...
Demokrasi düşmanlarına haklı zemin kazandırmak
Diyeceksiniz ki bu grupların Silivri'ye gitmelerine izin verilse aynı çatışmalar orada olacaktı. Hem salonda olay çıkaracak, karga tulumba dışarı atılmanın, hatta birkaç yumruk yemenin "başarısını" yaşayacak hem de dışarıda polisle, jandarmayla çatışacak, barikatları yıkmaya çalışacak, yine "mümkün olduğu kadar çok" yaralı vermeye uğraşacaklardı. Ve yine bu olayları iç ve dış kamuoyunda hükümetin "zorbalaşmasının" delili olarak kullanacaklardı.
Doğrudur; amaçları hükümeti şiddet ortamına çekmek olanlar, aynı şeyi Silivri'de yapacaklardı. Ama o zaman haksız zeminde olanlar onlar olacaktı. Kendilerine tanınan yargılamayı izleme hakkını kötüye kullanan, duruşmayı engelleyen, bağımsız yargıyı baskı altına alan şiddet taraftarı bir kitle durumuna düşeceklerdi. Bugün ise demokratik bir hakkı, Silivri sanıklarının açık yargılanma hakkını savunmak üzere sokaklara dökülmüş ama "zorbalaşan iktidarın" şiddetiyle karşılaşmış mağduru oynayacaklar. Ve hiç şüpheniz olmasın ki, bu tabloyu yurtdışında bol bol pazarlayacaklar.
Hükümet Silivri'de "zaaf içinde bir iktidar" görüntüsü vermemek için, "testi kırılmadan" tedbir alma yolunu seçti. Ama bu onun bir başka zaafa düşmesine yol açtı: Açık yargılanma hakkını ihlal etmiş bir hükümet durumuna düştü. Demokrasi düşmanlarına haklı zemin kazandırdı.
Güçlü iktidar, demokratik hakların kullanılmasını engellemeden ama düzeni sağlamakta ve yasa dışına çıkanları durdurmakta en küçük bir zaaf göstermeyen iktidardır.
Marifet bu ikisini birlikte gerçekleştirmektir.
Gülay GÖKTÜRK 05 Ağustos 2013 Pazartesi
Haber Lisânı Dili Sosyalmedya Tarihi Sebepler birer perdedirler.
Asıl iş gören, perde arkasında Kudret-i ilahiyedir.Nargilesi ve kahvesiyle yaşlı bir Osmanlı köylüsü... (1890)
Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı
1 Ağustos 2013 Perşembe
Rabia tül adeviyye Tâbiînden ve hanım velîlerin büyüklerindendir 752 (H. 135) yılında Kudüs civârında vefât etti
Rabia tül adeviyye
Tâbiînden ve hanım velîlerin büyüklerindendir. Doğum târihi bilinmemektedir. 752 (H. 135) yılında Kudüs civârında vefât etti.
Babası
İsmâil'in üç kızı vardı. Bir tane daha doğunca adını Râbia (dördüncü)
koydu.
Babası çok fakir olduğundan Râbia doğduğu gece evde ihtiyaç
olan şeylerden hiçbiri yoktu.
Bu duruma annesi çok ağlayıp mahzûn oldu.
Efendisine; "Filân komşuya gidip, bir mikdar kandil yağı isteyebilir
misin?" dedi. Hazret-i Râbia'nın babası, Allahü teâlâdan başka kimseden
bir şey istememeğe söz vermişti.
Bununla beraber hanımını üzmemek için
komşuya gitti. Kapıya elini sürdü ve geri gelip; "Kapı açılmadı" deyince
hanımı ağladı. O da çok üzüldü. Babası, başını dizine dayadı ve öylece
uyuya kaldı. Rüyâsında Peygamber efendimizi gördü. Peygamber efendimiz,
kendisine buyurdu ki: "Hiç üzülme! Bu kızın, öyle bir hanım olacak ki,
ümmetimden yetmiş bin kişiye şefâat edecek. Yârın bir kâğıda şöyle yaz:
"Sen her gece Peygamber efendimize yüz salevât-ı şerîfe, Cumâ geceleri
de dört yüz salevât gönderirdin. Bu Cumâ gecesi unuttun. Bunun keffâreti
olarak, bu yazıyı sana getiren zâta dört yüz altını helâl parandan
ver." Sonra Basra vâlisi Îsâ Zâdân'a git. O yazıyı ver." Hazret-i
Râbia'nın babası uyandığında, Peygamber efendimizi görmenin şevkiyle
ağlıyordu. Hemen kalktı, denileni yaptı ve Îsâ Zâdân'ın yanına gitti.
Vâli mektubu alınca, Resûlullah efendimizin kendisini hatırlamasının
şükrü için, binlerce altını fakirlere sadaka verdi. Râbia-tül
Adeviyye'nin babası İsmâil Efendiye de mektupta yazılanı ve ona ilâve
olarak pekçok altını da sadaka verip, bir ihtiyâcı olursa tekrâr
gelmesini tenbîh etti. Altınları aldıktan sonra lüzumlu ihtiyaçlarını
temin etti. Böylece bolluğa kavuştular ve kızlarına rahatça bakıp güzel
edeb ve terbiye ile büyüttüler.
Râbia-tül
Adeviyye biraz büyümüştü. Annesi ve babası vefât etti. Üstelik,
Basra'da kıtlık ve fevkalâde pahalılık vardı. Bu hengâmede Râbia'nın
ablaları dağıldılar. Kimsesiz kalan Râbia'yı zâlim bir kimse yakaladı ve
hizmetçi olarak iş gördürdü. Sonra da köle olarak altı gümüş karşılığı
bir ihtiyara sattı. O ihtiyarın hizmetçisi olarak, gösterilen zor işleri
sabırla yapmaya çalışıyordu. Çok sıkıntılı günler geçirdi. Çok
zahmetler çekti, fakat isyân etmedi. Allahü teâlânın takdirine râzı
oldu. Edebi fevkalâde idi. Bir gün karşısına bir nâmahrem, yabancı
çıktı. Ondan sakınayım diye hızla giderken düşüp kolu kırıldı. Acz ve
kırıklık içinde, mahzûn olmuş bir kalb ile Allahü teâlâya yalvardı.
"Yâ
Rabbî! Garib ve kimsesizim. Yetim ve öksüzüm. Köle edildim. Bir de
kolum kırıldı. Lâkin ben bunların hiç birine üzülmüyor, yalnız senin
rızânı istiyorum. Benden râzı olup olmadığını da bilmiyorum" dedi. Bu
sırada bir ses duydu. "Üzülme, sen âhirette meleklerin bile imreneceği
bir makamda bulunacaksın." diyordu. Râbia tekrar efendisinin evine
döndü. Günlük hizmetleri yerine getirir, akşama kadar ayakta dururdu.
Bununla beraber her gün oruçlu olur, geceleri de Allahü teâlâya ibâdet
ve tâatle geçirirdi. Bir gece efendisi uyandığındaRâbia'nın odasından
sesler geldiğini işitti. Pencereden bakınca, Râbia'nın, secde ettiğini,
Allahü teâlâya şöyle yalvardığını duydu. Diyordu ki: "Ey Rabbim! Benim
arzumun senin emrine uymak olduğunu biliyorsun. Benim saâdetim senin
huzûrunda bulunmaktır. Eğer elimden gelse, sana ibâdetten, bir ân geri
kalmam. Fakat ev sâhibimin hizmetinde bulunduğum için ona hizmet
ediyorum ve sana gereği gibi ibâdet edemiyorum..." Ev sâhibi, bunları
duydu. Ayrıca, Râbia'nın başı üstünde bir kandil bulunduğunu, kandilin
bir yere asılı olmadan havada durduğunu, odanın o kandilin nûru ile
aydınlandığını gördü ve hayretten dona kaldı. "Artık Râbia köle olamaz!"
diyordu. Sabaha kadar uyuyamadı. Sabah olunca hemen Râbia'yı çağırdı ve
dedi ki: "Artık serbestsin. Dilediğini yap. Ama burada kalırsan ben
sana hizmet ederim." Râbia; "Gideyim." dedi. Oradan ayrılıp küçük bir
eve yerleşti. Bütün vakitlerini ibâdetle geçirir, bir gün ve gecesinde
bin rekat namaz kılardı. Kefenini dâimâ yanında taşır, namaz kılacağı
zaman onu serer, üzerine secde ederdi. Kefeni yanında olmadan gezdiğini,
kefenini beraberine almadan konuştuğunu kimse görmedi. Süfyân-ı Sevrî
ve Hasan-ı Basrî, ondan feyz alırlardı.
Kimseden
bir şey almazdı. Bir keresinde Hasan-ı Basrî hazretleri kendisini
ziyârete gelmişti. Kulübesinin kapısında, zenginlerden birinin
ağladığını gördü. "Niçin ağlıyorsunuz?" diye sordu. O zengin; "Zühd ve
kerem sâhibi şu hâtun olmasa, halk mahv olur. O, zamânın bereketidir.
Allahü teâlâ bizi, bir çok belâ ve sıkıntılardan onun hürmetine muhâfaza
etmektedir. Ona bir mikdar yardımım olsun diye şu keseyi getirdim.
Fakat kabûl etmez diye ağlıyorum. Bunu ona verseniz, belki sizin
hatırınız için kabûl eder" dedi. Hasan-ı Basrî hazretleri içeri girip
olanları bildirince, Râbia-tül Adeviyye buyurdu ki: "Ben bu dünyâlıkları
bunların hakîkî sâhibi olan Allahü teâlâdan istemeğe utanır iken
başkasından nasıl alırım? Allahü teâlâ bu dünyâda, kendisini inkâr
edenlerin bile rızkını verirken, kalbi O'nun muhabbetiyle yanan birinin
rızkını vermez mi zannediyorsunuz? O kimseye selâmımızı söyle. Kalbi
mahzûn olmasın. Biz Allahü teâlâdan başkasından bir şey almamaya
ahdettik. Hiç bir kimseden bir şey beklemiyoruz. Geleni kabûl etmiyoruz.
Bir defâsında devlete âid olan bir kandilin ışığından istifâde ederek
gömleğimi yamadım da kalbim dağıldıkça dağıldı ve dikişleri sökünceye
kadar kalbimi toparlayamadım."
Mâlik
bin Dinâr şöyle anlatır: Birgün Râbia'nın yanına gittim. Abdestini
almış, kalan sudan bir kaç yudum da içmişti. Dikkat ettim, testinin bir
tarafı kırıktı ve çok eski bir hasırda oturuyordu. Kerpiçten bir de
yastığı vardı. Bunları görünce çok üzüldüm, içim yandı ve; "Ey Râbia!
Zengin arkadaşlarım var. Kabûl edersen sana onlardan bir şeyler alayım"
dedim. Bana dönerek; "Yâ Mâlik! Bana da, onlara da rızkı veren Allahü
teâlâdır. O, fakirleri fakir olduğu için unutup, zenginleri de zengin
olduğu için hatırlıyor ve yardım mı ediyor sanıyorsun?" dedi. Ben de
"Hayır, hiç öyle olur mu?" dedim. Bunun üzerine "Mâdem ki Rabbim benim
hâlimi biliyor, benim hatırlatmama ne lüzum var. O, öyle istiyor, biz de
O'nun istediğini istiyoruz" diye cevap verdi.
Râbia-tül
Adeviyye, "Niye evlenmiyorsun?" diye ısrâr edenlere şöyle söyledi:
"Benim üç büyük derdim var. Bunların sıkıntısından kolayca kurtulmamı
garanti ederseniz, o zaman evlenirim. Birincisi, (Acabâ son nefesimde
îmânımı kurtarabilecek miyim?) İkincisi, (Kıyâmet gününde amel defterimi
sağ tarafımdan mı, yoksa sol tarafımdan mı verecekler?) Üçüncüsü,
(Herkesin hesâbı görüldükten sonra bir grup Cehennem'e ve bir grup
Cennet'e giderken, acabâ ben hangi grupta bulunacağım?)" dedi. O
kimseler; "Biz bu suâllerin cevâbı olarak size bir şey söylemekten
âciziz" dediler. "O halde önümde böyle dehşetli günler varken ve bu
günlere hazırlanmak elbette lâzım iken, evlenmeyi nasıl düşünebilirim?"
buyurdu.
Bir
gün ikindi vakti yanına bir misâfir geldi. Tencerede bir parça et
vardı. Eti pişirip misâfire ikrâm edeyim diye düşündü. Fakat, yemeği
hazırlamak için de misâfirin yanından ayrılamadı. Nihâyet akşam vakti
oldu. Namazlarını kıldılar. Kendisi de, misâfiri de oruçlu idiler.
Nihâyet evde bulunan bir kuru ekmek ve bir mikdar suyu misâfire ikrâm
için hazırladı. Sonra, etin bulunduğu tencerenin Allahü teâlânın izni
ile kaynadığını ve yemeğin çok güzel piştiğini gördü. Misâfire ikrâm ile
iftarı birlikte yaptılar. Misâfir; "Hayâtımda bu kadar lezzetli bir
yemek yemedim." deyince, Râbia-tül Adeviyye; "Her hâlinde Allahü teâlâyı
hatırlıyan ve sâdece O'nun rızâsını istiyenlere işte böyle yemek
pişirirler." buyurdu.
Râbia-tül
Adeviyye'nin hacca gitmek arzusu çoğaldı. Bir kâfileye katılarak yola
çıktı. Yolda merkebi ölünce kâfiledekiler; "Eşyâlarınızı bizim hayvana
yükleyelim" dediler. Onlara; "Ben Allahü teâlâya tevekkül ederek yola
çıktım. Siz yolunuza devam ediniz, ben yavaş yavaş gelirim" dedi ve
kervan yoluna devam etti. "Yâ Rabbî! Çok âciz olduğumu görüp,
biliyorsun. Beni evine dâvet ettin ama bineğim yarı yolda öldü. Koca
çölde yalnız kaldım. Durumu sana havâle ettim." diyerek eşyâlarını
yüklendi. Onun bu yalvarışından sonra Allahü teâlâ merkebi diriltti.
Hazret-i Râbia buna çok sevindi.
Bir
gün, Râbia-iAdviyye'ye yemek yapmak istediler, fakat soğan
yoktu.Komşudan alalım dediler. O da; "Kırk senedir, Allahü teâlâdan
başkasından bir şey istememek üzere söz verdim. Zararı yok soğansız
olsun." buyurdu. Sözünü yeni bitirmişti ki, bir kuş ayaklarındaki
soğanları oraya bırakıp gitti. Bunu gören hazret-i Râbia; "Bu ilâhî bir
imtihandır, Allahü teâlânın azâbından emin değilim, korkuyorum!" deyip,
yemek yerine kuru ekmeği yedi.
Bir
gün, Hasan-ı Basrî hazretlerinin evinin önünden geçiyordu. O sırada
evin damında bulunan Hasan-ı Basrî, Allahü teâlânın muhabbetinden pek
çok ağlamış, göz yaşlarını rüzgâr, aşağıdan geçmekte olan Râbia-tül
Adeviyyenin yüzüne düşürmüştü. Damlanın nereden geldiğini araştırıp,
yukarıda ağlamakta olan Hasan-ı Basrî'yi görünce; "Ey Hasan! Sakın
gözyaşların nefsinin arzusuyla akmış olmasın! Bu gözyaşlarını içinde
muhafaza et ki, içerde bir derya olsun. Allahü teâlânın muhabbeti ile
kaynasın" dedi.
Bir
defâsında kendisini sevenler ziyârete gelmişlerdi. Evde, odayı
aydınlatacak bir kandil yoktu. Gelenlere ise ışık lâzımdı. Râbia-tül
Adeviyye hazretleri parmaklarına üfledi. Bunun üzerine Allahü teâlânın
izniyle sabaha kadar parmaklarından ışık yayıldı ve oda aydınlandı.
Bir
kimse, kendisine, cebinden çıkardığı parayı vermek istedi. Hazret-i
Râbia elini havaya doğru uzattı. Avucu altınla dolu olduğu halde o
kimseye; "Sen cebinden alıyorsun, bana böyle veriyorlar." dedi.
Bir
gün iki kişi, Râbia-tül Adeviyye'yi ziyârete geldiler. İkisi de açtı.
"Yemeği helâldir" diye içlerinden yemek yimek geçti. O anda kapıya biri
gelerek, Allah rızâsı için bir şeyler istedi. Râbia hazretleri evdeki
iki ekmeğini buna verdi. Gelen sevinerek gitti. Bir saat kadar sonra bir
kişi kucağında bir yığın ekmekle geldi.Râbia hazretleri ekmekleri
saydı. On sekiz ekmek vardı. Dedi ki: "Ekmekler yirmi olsa gerektir."
Ekmeği getiren, ikisini saklamıştı. Çıkarıp iki ekmeği de verdi.
Oradakiler hayretle sordular. "Bu ne sırdır? Biz senin ekmeğini yemeye
gelmiştik. Önümüze koyacağın ekmekleri kapıya gelene verdin. Ardından
ekmek geldi. Eksik olduğunu söyledin."Cevâbında şöyle buyurdu: "Siz
ikiniz gelince karnınızın aç olduğunu anladım. Önünüze koyacağım o iki
ekmeği kapıya gelene verdim. Allahü teâlâdan bu ekmeklerin misâfirlerin
karnını doyuramayacağını, bunun için bir yerine on vermesini istedim.
Çünkü Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde (En'âm sûresi 160. ayet-i
kerîmesinde) bire on vereceğini bildiriyor. Ben O'nun bu vâdine
güvendim. İki ekmek yerine yirmi ekmek geleceğini bildiğim için de
ekmeklerin noksan olduğunu söyledim."
Bir
defâsında namaz kılarken gözüne bir kamış saplandı. Kalb huzûru ve
Allahü teâlânın muhabbetinin her tarafını kaplamış olması hâli o kadar
fazla idi ki, namazda bunu hiç farketmedi. Namaz bitince oradakilere;
"Gözüme bir bakın. Gâlibâ gözüme bir şey girmiş" dedi. Baktılar kamış
parçası gözüne saplanmıştı. Güçlükle çıkardılar.
Hasan-ı
Basrî hazretleri suâl edip: "Ey Râbia, yokluğu nerede buldun?" dedi.
Cevâbında; "KendimiHak teâlâya teslim ve işlerimi O'na havâle ettim."
buyurdu. Yine Hazret-i Hasan suâl edip; "Ey Râbia! Hak teâlâ aşkına sana
ihsân olunan ilim ve amelden bana bir harf öğret" dedikte, cevâbında:
"Ey Hasan, câriyelikten kurtulalı beri iplik eğirip satarım, geçimimi
temin ederim. Lâkin hiç bir zaman iki akçeyi bir elime almadım. İkisi
bir yere gelir de beni Hak teâlânın yolundan ve mârifetullahtan alıkoyar
diye korktum." buyurdu.
Birinin;
"Yâ Rabbî, bana rahmet kapısını aç!" diye duâ ettiğini işitince,
Rabia-i Adviyye; "Ey câhil, Allahü teâlânın rahmet kapısı kapalı mı idi
de şimdi açmasını istiyorsun. Rahmetin çıkış kapısı her zaman açık ise
de giriş kapısı olan kalbler, herkeste açık değildir. Bunun açılması
için duâ edilmelidir." dedi.
Kendisine,
Hasan-ı Basrî hazretlerinin; "Cennet'te, Allahü teâlâyı görmekten bir
an mahrum olursam öyle ağlayıp, feryâd edeceğim ki, bütün Cennet ehli
bana acıyacak." dediğini naklettiklerinde; "Bu çok güzeldir. Lâkin, eğer
dünyâda, Allahü teâlâdan bir an gâfil olduysa ve bu gafletinden dolayı
aynen bildirdiği üzüntü, ağlamak ve inlemek meydana geldiyse âhirette de
dediği gibi olacaktır. Aksi halde olmayacaktır." buyurdu.
Râbia-tül
Adeviyye bir gece; "Yâ Rabbî! Ya kalb huzûru ile namaz kılmamı nasîb
et, veya kalb huzûru ile kılamadığım namazımı kabûl buyur. Allah'ım
benim bütün dünyâdaki arzum ve işim, seni yâdetmek, âhirette de Cemâl-i
ilâhiyene kavuşmaktır. Ne olur, beni bu anlayışıma bağışla!" diye
yalvardı.
Bir
gün Râbia ağlıyordu. "Ey Allahü teâlânın sevgili kulu niçin
ağlıyorsun? Rabbinle yakınlığın var." dediler. Buyurdular ki:
"Ayrılıktan korkuyorum, belki ölüm vaktinde (Sen bana gerekmezsin ey
Râbia !) diye Allahü teâlâ hazretleri hitâb buyurursa benim hâlim nice
olur? Eyvah, eyvah!" deyip ağladı.
Tevekkülü
o dereceye ulaşmıştı ki; "Gök tunç olsa, yer demir kesilse, gökten bir
damla yağmur düşmese, yerden bir bitki bitmese ve dünyâdaki bütün
insanlar benim çocuğum olsa, Allahü teâlâya yemîn ederim ki onlara nasıl
bakacağım düşüncesi kalbime gelmez. Çünkü, Allahü teâlâ hepsinin
rızkını vereceğini bildirmiş ve üzerine almıştır" derdi.
Bir
zaman hasta olmuştu. Ziyâretine gelenler; "Ey Râbia! Sana gelen bu
hastalık çok ızdırap vermektedir. Duâ et de Allahü teâlâ çektiğin bu
ızdırâbı hafifletsin." dediklerinde, buyurdu ki: "Siz biliyor musunuz
ki, bu ızdırâbı çekmemi Allahü teâlâ irâde etmiştir.""Evet biliyoruz"
dediler. O da; "Bunu bildiğiniz halde, O'nun irâdesine muhâlefet etmemi,
O'ndan tersini dilememi nasıl istiyebiliyorsunuz?" dediği zaman, onlar;
"Ey Râbia, peki senin arzun nasıldır?" diye sordular. O da; "Allahü
teâlâ benim hakkımda ne irâde ve ne takdir etmişse ona râzı olmak"
buyurdu.
Bir
gün kendisine sordular ki: "Ölümü arzu ediyor musun?" Buyurdu ki:
"İnsanlardan birine karşı bir kabahat işlemiş olsam, o insanla
karşılaşmaktan utanırım. HalbukiAllahü teâlâya karşı olan kabahatlerimiz
o kadar çok ki, huzûruna varmayı (ölümü) nasıl arzu ederim?"
"Bu
yüksek derecelere ne ile kavuştun?" dediklerinde; "Beni ilgilendirmeyen
her şeyi terk ve ebedî olanın dostluğunu istemekle" buyurdu.
Râbia-tül
Adeviyye devamlı inlerdi ve onu hep dertli bir hâlde
görürlerdi.Yakınları; "Hiç bir hastalığınız yok, ağlayıp sızlanmanıza,
yakınmanıza sebep nedir?" dediler. O da; "Benim gönlümde öyle bir dert
var ki, tabibler tedâvisinde âciz kaldılar. Yaramın merhemi Allahü
teâlâya vuslattır (kavuşmaktır). Böyle yanıp yakılıyorum ki, belki
maksadıma kavuşurum. Bu benim yaptığım ise, bu işte en az olanıdır" diye
cevap verdi.
Yaşı
sekseni bulmuştu. Yolda yaşlılığın tesiriyle yürümekte güçlük çekerdi.
Öyle ki görenler, ha düştü, ha düşecek zannederlerdi. Böyle olmakla
beraber kimsenin yardımını kabûl etmezdi. Vefâtı yaklaşınca
yakınlarından Abede bintiŞevvâl adında bir hâtunu yanına çağırdı. Her
zaman yanında taşıdığı kefeni göstererek; "Vefât ettiğim zaman beni bu
beze sar ve defnet." diye vasiyet etti.
Vefât
etmeden önce hasta yatağının başucunda bekleyen sevdiklerine;
"Kalkınız, burayı boşaltıp, yalnız bırakınız. Allahü teâlânın
melekleriyle başbaşa kalayım" deyince, oradakiler odayı boşalttılar.
Kapıyı örttüler. İçerden meâlen şu âyet-i kerîmenin okunduğu
işitiliyordu: "Ey mutmainne nefs, râzı olmuş ve râzı olunmuş olarak
Rabbine dön! Has kullarımın arasına katıl ve Cennetime gir."(Fecr
sûresi: 89) Aradan biraz zaman geçti ses kesilmişti. İçeri girdiklerinde
vefât ettiğini gördüler. Vefâtından sonra Abede binti Şevvâl
vasiyyetini yerine getirdi. Tur Dağı üzerine defnedildi.
Abede
binti Şevvâl şöyle anlatmıştır: "Râbia'yı vefatından bir sene sonra
rüyâda gördüm. Yeşil elbiseler giymiş, başında da yeşil bir örtüsü
vardı. Ben; "Seni sardığım kefenine ne oldu?" dedim. "Allahü teâlâ
onları çıkardı ve bana bunları verdi." dedi.
Vefâtından
sonra kendisini rüyâda görenler; "Münker ve Nekir melekleri ile
aranızda ne gibi bir şey oldu?" diye sordular. "O iki heybetli melek
gelip de bana Men rabbüke (= Rabbin kim?) suâlini sorunca, onlara dedim
ki, ey melekler! Hemen geri gidip Rabbime şöyle arzediniz: (Ey Allah'ım!
Dünyâda bunca halk arasında, ihtiyar bir kadıncağızı unutmadın. Ben,
seni hiç unutur muyum?)"
Nakledildiğine
göre Muhammed bin Eslem Tûsî ile Nu'mân Tûsî, Râbia-tül Adeviyye'nin
kabri başına gelip; "Hâlin nasıldır?" diye sordular. Allahü teâlânın
izni ile şöyle cevap verdi: "Allahü teâlâ bana çok nîmet ihsân etti.
Nîmetler içindeyim elhamdülillah."
Bessâr
bin Gâlib en-Necrânî diyor ki: "Râbia-tül Adeviyye için vefâtından
sonra hep duâ ederdim. Bir defasında onu rüyâmda gördüm. Bana;
"Hediyelerin nûrdan mendil içinde ve nûrla kaplanmış tabaklarla bize
sunulmaktadır." dedi. "Bu nasıl oluyor?" dedim. "Hayatta olan müminler
ölüler için duâ ettiklerinde, ipek mendiller içinde nûrdan tabaklara
konup, ölüye götürülür ve (Bu, sana filân dostunun hediyesidir) denilir"
buyurdu.
"Yâ
Rabbî, dünyâda, bana neyi takdir etmiş isen onların hepsini
düşmanlarına ver. Âhirette benim için hangi nîmetleri ihsân etmeyi
takdir etmiş isen onları da dostlarına ver. Ben sâdece seni istiyorum."
"Yâ
Rabbî, eğer sana ibâdet etmem Cehennem korkusu ile ise beni Cehennem'e
at. Eğer Cennet'e girmek ümidi ile ibâdet ediyor isem, Cennet'ini yasak
eyle. Eğer sırf, senin rızân için ibâdet ediyor isem, bâkî olanCemâlin
ile müşerref eyle."
Çok defâ şöyle derdi: "İstiğfâr etmekle kurtulduk sanırız... Halbuki o istiğfârımız da, bir başka istiğfâra muhtaçtır."
Allahü
teâlânın muhabbeti ile çok ağlar, hep mahzûn olarak yaşardı.Cehennem
lafzını duyunca, onun dehşeti ile kendinden geçerek bayılıp düşerdi.
"Bir
kulun Allahü teâlânın takdirine râzı olup olmadığı nasıl bilinir?" diye
sordular. "Gelen nîmetlerden zevk aldığı gibi, gelen musîbetlerden de
zevk aldığı zaman." buyurdu.
Bir
kimse; "Yâ Rabbî! Benden râzı ol!" dedi. Bunu gören hazret-i Râbia;
"Kendisinden râzı olmadığın (Kazâ ve kaderine rızâ göstermediğin) bir
zâtın, senden râzı olmasını istemeğe utanmıyor musun?" dedi.
Kendisine
sordular ki: "İnsanı Allahü teâlâya yaklaştıran en üstün şey nedir?"
"Muhabbet sâhibi olan kişi, muhabbetinde öyle sâdık olmalı ki, gönlünde
O'nun için olmıyan hiç bir sevgi bulunmamalı." buyurdu.
"İşlediğiniz günahları gizlediğiniz gibi, yaptığınız iyilikleri de gizleyin."
"Sabır insan olsaydı çok kerîm olurdu."
"Mârifetin alâmeti, her an Allahü teâlâyı hatırlamaktır."
"Kul
Allahü teâlânın sevgisini tattığı zaman, Allah o kulunun kusurlarını
kendisine gösterir. Böylece o, başkalarının kusurlarını göremez olur."
BENİ KENDİNLE MEŞGÛL EYLE
Hazret-i
Râbia, çok oruç tutardı.Bir defâsında bir hafta hiç yiyecek bulamadı.
Sekizinci gece açlığı iyice şiddetlendi. Nefsine eziyet ettiğini
düşünürken birisi kapıyı çaldı. Bir tabak yemek getirdi, o da yemeği
alıp, yere koydu. Mum getirmeğe gitti, gelince bir kedinin yemeğini
dökmüş olduğunu gördü. Su bardağını almaya gitti. Mum söndü. Su içmek
isterken bardak düşüp kırıldı. O da; "Yâ Rabbî! Bu zavallı kulunu
imtihan ediyorsun, fakat âcizliğimden sabredemiyorum." diyerek bir âh
çekti. Bu âhtan neredeyse ev yanacaktı. Bir ses duyuldu: "Ey Râbia,
istersen dünyâ nîmetlerini üstüne saçayım. İstersen, üzerindeki dert ve
belâları kaldırayım. Fakat bu dertler, belâlar ile dünyâ bir arada
bulunmaz." Bu sözü işitince; "Yâ Rabbî! Beni kendinle meşgûl eyle ve
senden alıkoyacak işlere bulaştırma." diye duâ etti. Bundan sonra dünyâ
zevklerinden öyle kesildi ki; kıldığı namazı;"Bu benim son namazımdır."
diye huşû ile kılar, hep Allahü teâlâ ile meşgûl olurdu. Hattâ birisi
gelip kendisini Allahü teâlâ ile meşgûliyetten alıkoyar korkusuyla; "Yâ
Rabbî! Beni kendinle meşgûl eyle de, kimse senden alıkoymasın." diye duâ
ederdi.
BOŞA YORULMUŞ
Râbia-tül
Adeviyye, bir gece, evinde geç vakitlere kadar namaz kılarken hasırın
üzerinde uyuya kaldı. Bu arada evine bir hırsız girdi. Her tarafı aradı,
çalacak bir şey bulamadı. Giderken; "Girmişken boş çıkmayayım" diyerek,
Râbia hazretlerinin dışarıda giydiği örtüsünü aldı. Evden çıkarken
yolunu şaşırdı, kapıyı bulamadı. Geri dönüp örtüyü aldığı yere bıraktı.
Bu sefer rahatlıkla kapıyı buldu. Kapıyı bulunca tekrar geri dönüp,
örtüyü aldı. Fakat yine kapıyı bulamadı. Bu hâl yedi defa tekrarlandı.
Yedinci defâ tekrar örtüyü eline alınca şöyle bir ses duydu: "Ey kişi
kendini yorma.
O yıllardır kendini bize ısmarladı.
Şeytanın ona yaklaşma
gücü yok iken, hırsızın onun örtüsüne yaklaşması mümkün müdür?
Git,
yorulma, boşuna uğraşma.
O uyuyorsa da dostu uyanıktır ve onu
korumaktadır."
Bu hâdiseden korkup dışarı fırlayan hırsız, tövbe edip bu
kötü huyundan vazgeçti.
Bugün Anadolu tecrübesinin yerine aynı cemaat, kulüp ve kasttan olma anlayışı egemen kılınmıştır.
28 07 2013 pazar
Tuz kokarsa…
Her yıl Ramazan ayında iç gündemin tartışmaları genelde dini konularda yapılmaktaydı.
Bu yıl bir olay istisna dini tartışmalar gündem oluşturmadı.
Bir kısım dini sorulara verilen cevaplar da magazinsel bir tarzda ele alındı.
Bunlar da 'oruçlu denize girilir mi ve sakız çiğnenir mi' tarzındaydı.
Gündem oluşturan esas tartışma sahurun vaktiyle ilgiliydi.
Bir ilahiyatçıya göre Diyanet sahuru erken sonlandırmakta ve insanlar birkaç saat uzun oruç tutmaktaydı.
Üzülerek gördük ki, kuruma yönelik eleştiri olduğundan tahammül edilir bir düzeyde karşılanmadı.
İddia sahibine yönelik televizyon programını sabote etmek olmak üzere olumsuz davranışlar sergilendi.
Oysa bundan önce ilahiyatçılar arasında daha karmaşık ve gelenekselleşmiş uygulamalara yönelik eleştirilere gerekli müdahale yapılmamıştı.
Son yıllarda toplumda tahammül kültürünün zayıflamakta olduğunu görmekteyiz.
Bir kişinin kendisine göre doğru ama başkasına göre yanlış algılanan bir konu üzerinde kişinin olayı açıklamasına bakılmadan veya gerekçesini dinlemeden hemen karşıt bir kampanya ile linç tavrı devreye girmektedir.
Anlaşılan odur ki insanlar artık birbirlerini dinlemiyor, herkes duymak istediği sese kulak kesiliyor.
Herkes karşısındakini anlama ve ikna etme gayretinden çok boyun eğdirme ve ötekileştirme yarışı içinde.
Oysa Anadolu kültürü farklı inançların, kültürlerin, etnik yapıların ve dillerin bir arada yaşama temelinde oluşmuştu.
Bugün
Anadolu tecrübesinin
yerine
aynı
cemaat, kulüp ve kasttan
olma anlayışı egemen kılınmıştır.
Bu durum ortamda sahici davranışları azaltmış, bunun yerine yapay ve ikiyüzlülüğü artırmıştır. Gelişen olaylar üzerine yapılan 'olaylar bazılarının maskesini düşürmüştür' yorumları geldiğimiz noktayı dramatik biçimde açıklamaktadır.
Merak ediyorum; nasıl bir davranış içindeyiz ki karşımızdaki insan bizim yanımızda gerçek kimliğini maskeleme gereği duyuyor. Bu durum bizim tutumumuzdan mı kaynaklanıyor yoksa karşımızdakinin kişilik zaafı mı? Hangisi daha baskın?
İnandığımız din ve yaşadığımız coğrafyada ki kültür, insanların birbirlerinin yüzüne hakaret ve küfrün dışında, edep dairesi içinde her şeyi söyleyebilme cesareti sağlıyordu. Birlikte yaşamanın getirdiği bir hukuk vardı.
Bir yerde çok yüzlü veya maskeli türler türemiş ise orada arızalı bir durum vardır. Bu arızalı durumun giderilmesi; itaatkâr, tabi ve tebaa insanların yetişmesiyle değil, kimlikli, kişilikli, haksızlık karşısında tavır alan, sorgulayan, eleştiren, iyiliği teşvik eden ve kötülükten sakındıran insanların yetiştirilmesiyle mümkündür.
Öyle bir an içinde yaşıyoruz ki iyilik, doğruluk ve dürüstlük haber değeri taşımaya başladı. Oysa iyilik, doğruluk ve dürüstlük insan olmak, insan kalmanın gereğidir.
Yalnızlaşmanın ve içe kapanmanın arttığı, örnek insan veya rol modellerin azaldığı bir dünyaya evirildik.
Dini sorunlarımızı çözmek ve anlayışlarımızı zenginleştirmek için atanan insanlar kötülüğü, fesadı ve fitneyi çoğaltıyorlarsa artık tuz kokmuştur.
İslam'ın iki şartı vardır: birincisi iman etmek, ikincisi iyilik yapmaktır.
Görevimiz iyilik yapmak, iyiliği teşvik etmek ve kötülüğü önlemektir.
Bugün başkalarının kötülüklerini anlatarak, iyiliği yaygınlaştırmaktan çok kötülüğe meşruiyet kazandırıyoruz.
Hz Peygamberimiz (sav)
'Bir kul, bu dünyada başka bir kulun ayıbını örterse, kıyamet gününde Allah da onun ayıbını örter'
diye buyurdu.
Hz. Mevlana şöyle der:
'Cömertlik ve yardım etmede akarsu gibi ol
Şefkat ve merhamette güneş gibi ol
Başkalarının kusurunu örtmede gece gibi ol
Hiddet ve asabiyette ölü gibi ol
Tevazu ve alçakgönüllülükte toprak gibi ol
Hoşgörürlükte deniz gibi ol
Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol.'
Alija der ki:
Dünyanın bütün büyük dinleri şu basit hakikati öğretmeye çalışır ve hakikatler basittir.
Sana yapılmasını istemediğin şeyi başkasına yapma.
Ya da öyle hareket et ki, davranışların herkes için geçerli olsun;
ne sana göre değişsin ne de başkalarına göre…
SÜLEYMAN GÜNDÜZ
28 07 2013