biz 6 yıldır sürmekte olan dava hakkında ağzımıza geleni söyledik, davayı etkilemek adına 6 yıldır ne yapmak gerekiyorsa onu yaptık, yazdık çizdik, kanal kanal gezip konuştuk.
Dünden kalan
Her mahkeme kararı ya övgü alır ya yergi.
Kimin işine nasıl gelirse, adalet ya vardır ya yoktur.
Tıpkı seçim gibi...
Kazanan taraf “yaşasın demokrasi...” der, kaybeden taraf sandıkta kusur arar.
Futbolda
da öyle değil mi? Penaltı bizim takım lehineyse “bravo, yürekli hakem”
penaltı bizim takım aleyhineyse “satılmış hakem.”
***
Silivri’deki Dava, elbette ki çok müstesna bir dava idi.
Onu
en hassas terazilerde tartmak gerekirken, biz 6 yıldır sürmekte olan
dava hakkında ağzımıza geleni söyledik, davayı etkilemek adına 6 yıldır
ne yapmak gerekiyorsa onu yaptık, yazdık çizdik, kanal kanal gezip
konuştuk.
Kurallar ta başından beri zaten çiğnenmiştir. Yani adalet beklerken
-önce- kendimiz adil davranamadık.
***
Mükemmel
bir savunma yapıldığını söyleyemeyiz. Mahkeme bu fırsatı tanımamış
olabilir. Ama her celsede gergin bir hava yaratmak, nasıl bir savunma
taktiği’dir bunu hâlâ anlayabilmiş değilim.
Buna rağmen 275 tane beraat çıksaydı, eminim ki hiç birimiz yargılama biçimini eleştirmeyecektik. Niye?
Maksat hasıl oldu diye.
Bu mudur?
***
Yargıya kızan Yargı’ya bindiriyor.
Ordu’ya kızan Ordu’ya bindiriyor.
Medya’ya kızan Medya’ya bindiriyor.
Çünkü “ben varsam demokrasi vardır, ben yoksam demokrasi yoktur.”
İşte bu yüzden diyorum ki... Bu mizacımız, yine döndü bizi vurdu.
Özetlersek:?Ceza alanlar, aslında bizim kurbanımızdır.?Özür dileriz.
Rauf TAMER
HER şeyi bir tarafa bırakın...Tuttuğunuz tarafı bir tarafa bırakın, ait olduğunuz cemaati unutun. Varsa, ideolojinizi saf dışı bırakın, varsa intikam öfkenizle, kan davanızla geçici ateşkes ilan edin. Hançerinizi biraz yumuşatın...
Hepsini unutun...
Kutupların dondurucu buzullarından, daha mutedil bir duygu iklimine hicret edin.....
Zor da olsa, zorlayın biraz vicdanınızı...
Tarihle hesaplaşmak gibi kibirleri bir yana itip, İnsan’la, sadece İnsan’la hesaplaşın.
Bir de vicdanınızla...
Babanız müebbet hapse mahkûm olmuş...
Kardeşiniz, ağabeyiniz, kocanız, sevgiliniz, sevgili arkadaşınız, Şili stadyumlarını, Yassıada salonlarını andıran, hatta daha beteri loşluklarda, kuytularda yargılanmış.
Bir daha çıkamamak üzere mahkûm edilmiş...
* * *
Ne düşünürsünüz? Bu çaresizlik içinde ne yapar, ne hissedersiniz?
Bu soruya, herkesin kendi inancı veya inançsızlığına göre bir cevabı vardır.
Ben benimkini vereyim.
Allah’a dönerim ve derim ki:
“Allah’ım, bana verecek bir cevabın olmalı...”
Bu cevabı geçen pazar günü Çınar Oskay’ın ,Hürriyet Pazar’da Roger Waters’la yaptığı mülakatta okudum.
Belki kaçırmışsınızdır, mülakatın o bölümünü aktarayım:
* * *
“Tanrı’nın cevap vermesi gereken çok soru var.
(Hıristiyanlar) Sekiz içsavaş yapmışlar. Birbirlerini kesmişler 16’ncı yüzyılda. Biz seninle konuşurken Irak’ta Şiiler ve Sünniler birbirlerinin arabalarına bomba koyuyor.
Onları bölen ne?
Peygamberin ailesi ile ilgili yüzlerce yıl önce yaşanmış sorun mu?
Bunun için mi öldürüyorlar birbirlerini...
Hayır, daha temel bir sorun olmalı.
Kuzenle kuzeni birbirine bu şekilde öldürten nedir?”
* * *
Tuhaf...
İnsan ülkesinden uzaklaştı mı, ülkesi ona daha da yaklaşıyor:
Yaşadığınız vatanın sorunlarınla “yakınlaşıyorsunuz...”
İçinizdeki öfke gidiyor, yerini hüzün alıyor.
Öfke duygusal bir tepkidir, hüzün ise daha duygusal bir tepkisizlik...
“Nasıl oluyor da, kızgın, ruhu kavuran bir duygudan ılık bir duyguya geçiş, insanda serin bir sorgulamaya yol açabiliyor” diye soruyorsunuz.
Oluyor işte, başınız öne eğiliyor, ama eğilmesi, zoraki bir biat olmaktan çıkıp tevekküle dönüşüyor.
Tevekkülün adı da hüzün oluyor...
* * *
Böyle anlarda Yaradan’a daha da yaklaşıyorsunuz...
Buna “Yaradan’a sığınmak” diyorsunuz...
Yaradan da, işte böyle anlarda size yakınlaşıyor...
Hallac-ı Mansur’u daha iyi anlıyorsunuz.
Kör bir hattat, Onun “Enel Hâk” cümlesinin manasını, gönlünüzün bir köşesine hatmediyor.
İnancın harikulade kaligrafisini çok daha güzel görüyorsunuz.
Allah’la tekleşme, kucaklaşma, size o mütevazı cüreti de veriyor...
“Allah’ım, bize verecek cevaplarının olması gerekir...”
* * *
Bu cevap, bugüne kadar bildiğimiz o basit tevekkül olabilir...
Yani “sabır...”
Ama öyle bir dünyada yaşıyoruz ki, artık her şeyi daha iyi biliyoruz.
Her şeyin daha farkındayız.
Hangi zulmün kim tarafından, hangi niyetle yapıldığını, hangi vicdanın hangi kin ve kibirle iptal edildiğini çok daha iyi görüyoruz.
Daha iyi bilince, bütün kalbimizle inandığımız Yaradan’a daha da yaklaşıyoruz...
“Siz” kelimesini bile aradan çekip, “Sen” diye sesleniyor, çok daha güçlü bir itikatla yakarıyoruz.
“Allah’ım, artık bizim sorduğumuz sorular var...
Senin de bize verecek cevabın olmalı...”
Nedir bu zulüm, bu kin, bu bitmeyen öfke...
Nedir bu Müslüman’ın Müslüman’a...
Kulun kula zalimliği...
Bu vicdansızlık, bu adaletsizlik...
* * *
Ama bu soruyu Allah’a sormadan önce, İnsan’a dönüp, ona son defa bir kere daha sormalıyız.
Yani, Roger Waters’ın sorduğu şu soruları...
“Biz insanlarda hukukun üstünlüğüne teslim olacak cesaret var mı?
İnsanlar geri alınamaz haklarla doğarlar...
1789 Fransız Devrimi...
Amerikan Anayasası...
1948 Evrensel İnsan Hakları Beyannamesi...”
* * *
Bu haklara gönülden, inanarak, saygı duyarak bağlı mıyız...
Yoksa, o derin hüzün ve hüzünle, içimizden sessizce “Adaletin bu mu dünya” diye haykırıp, sadece adalet, sadece vicdan, sadece hür yaşayabilmek için Yaradan’ın cevabını mı beklemeliyiz...
ERGENEKON davasındaki kararlara tamamı doğruymuş ya da tamamı yanlışmış gibi bakmak, hukuki değil siyasi bir tavırdır.
Sayın Kılıçdaroğlu’nun “bu mahkemeler gayri meşrudur” diye konuşmasını tasvip etmek mümkün değildir; hukuki karşılığı olmayan öfkeli bir siyasi beyandır.
Mahkemenin taraflı olduğunu, adil yargılama yapmadığını ileri sürebilirsiniz. Bu eleştiriler üzerinden yürünecek “hukuk yolları” vardır; Yargıtay, Anayasa Mahkemesi ve AİHM...
Fakat “gayrimeşru” iddiasının hukukta karşılığı ve yürünebilecek bir yolu yoktur.
Hatta CHP büyük çoğunlukla iktidara gelse bile “bu mahkemeler gayrimeşrudur, kararları geçersizdir” diye kanun çıkaramaz, hukuk devletinde hayal bile edilemez.
RAUF ORBAY ÖRNEĞİ
Tek Parti rejiminde bile yapılmadı böyle bir şey. İsmet Paşa, Cumhurbaşkanı olduğunda, devrimler döneminde haksızlığa uğrayan Milli Mücadele liderlerini sisteme kazandırmak istedi. Amacı, devrimler döneminde oluşan çok sert kutuplaşmayı yumuşatmaktı. Doğru bir yaklaşımdı bu.
1926’da İstiklal Mahkemesi tamamen haksız ve tamamen siyasi bir kararla Milli Mücadele liderlerinden Rauf Orbay’ı on yıl ağır hapse mahkûm etmişti. 1939’da İsmet Paşa, Rauf Bey’e parlamento üyeliği önerdi. Rauf Bey suçsuzluğunun onanmasını istedi. O zamanki “Milli Şef” rejiminde bile, İstiklal Mahkemesi’nin bu kararını geçersiz sayacak bir kanun çıkarılmadı.
Peki ne yapıldı? Yeniden yargılama yapılması için Yargıtay’a başvuruldu. Yargıtay bunun mümkün olmadığını, ama yeniden yargılanabilseydi Rauf Bey’in suçsuzluğuna karar verileceğini belirten bir yorum yaptı. Rauf Bey Meclis’e döndü, ülkeye tekrar hizmete başladı.
Yassıada’daki siyasi infaz kararları için bile “gayrimeşru” diye kanun çıkarmayı hiç kimse düşünmemiş, ordu yatıştırılınca af kanunu çıkarılmıştı.
‘ÖZEL YETKİLİ’
Özel yetkili denilen mahkemeler, AİHM kararlarında belirtildiği gibi, doğal hâkim ilkesine uygun, meşru mahkemelerdir. Haklı olarak eleştirilen yönleri ayrı bir sorundur.
Ergenekon, Balyoz ve KCK gibi geniş kapsamlı ve büyük kitlelerin duyarlı olduğu davalarda sadece iki yol vardır: Biri kanun yolları dediğimiz, itiraz, temyiz ve başvuru yollarıdır. Öbürü, siyasi ortam ileride müsait hale geldiğinde genel af...
“Hukuk devleti” diyorsak başka yol yoktur. Çıksın biri, şu yol da var desin!
SİYASİ BAKIMDAN
Siyasi yol olarak genel affı düşünmek için çok erkendir. Genellikle davalar bittikten sonra bir ‘siyasi barış’ anlayışıyla yapılır bu. Demokrat Partililerin affı böyle sağlanmıştı.
Öncelikle siyasi kutuplaşmanın yumuşatılması gerekir. Bu bakımdan, mahkûmiyet kararını “oh oldu” havasıyla karşılayarak gerginliği daha da tırmandıran, kibirli tavırlar yanlıştır.
Öbür yanda, bu mahkemelere ve kararlara karşı “taarruz eylemleri” diye ortaya konulan militan tavırlar yanlıştır. Hiçbir şekilde hoş görülemez.
Yüzyıllık tarihimizdeki büyük kavgaların yaptığı tahribattan sağlı sollu hepimizin ders almış olması gerekmiyor mu? Çözüm yolları dururken niye çatışma?!
Hukuki yola gelince, önümüzde Yargıtay safhası var.
MEHMET HABERAL
Sayın Mehmet Haberal hakkındaki iddiaların zayıf olduğunu daha önce yazmıştım; tahliye edilmesine sevindim, geçmiş olsun diyorum. Madem Haberal “eksik teşebbüs”ten nispeten az ceza ile tahliye edildi, benzer hukuki durumda olanların bir kısmı niye “tam teşebbüs” sayılarak daha ağır cezalar verildi? Bunun cevabı bende yok, gerekçeli kararı görmek lazım.
Bu davalar durup dururken açılmadı; AİHM’nin deyişiyle, darbe teşebbüsü şüphesi uyandıran “inandırıcı nedenler” olduğu için açıldı.
Önümüzdeki ilk aşamada, Yargıtay’da hem delillerin “tartılması” yapılacak... Hem “suçun vasıf ve mahiyeti”ne bakılacak: “Teşebbüs” suçunun tanımı, “eksik teşebbüs, tam teşebbüs” ve “asli fail, fer’i fail” gibi hukuki kavramlar Yargıtay aşamasında çok önemli hukuki faktörler olacaktır. Davanın zemini artık Yargıtay’dır; siyaset kavgası değil.