Tek umutları hükümeti zorbalaştırmak. Globalleşen dünyada, demokrasiler de ancak global bir destek, onay, hayırhah bir tutum ya da en kötüsünden tarafsız bir tutumla çevrelendikleri takdirde rahatça gelişip derinleşebiliyor. Aksi durumda, yani düşmanca bir tutumla sarmalanmış, tecrit edilmiş bir demokrasinin işi gerçekten çok zor. Bunu söylerken sadece global dünyanın siyaset sınıfını kastetmiyorum; aynı zamanda ve daha önemli olarak dünya kamuoyunu kastediyorum. Zaten artık iç ve dış kamuoyunun arasındaki sınırların kalktığı; istikrarlı bir iktidar için hükümetlerin sadece iç kamuoyunda değil, dünya kamuoyunda da meşruiyet aramaları gereken bir çağdayız. Artık ne sandık ne de darbe umudu olmayanlar da bu gerçeği çok iyi bildikleri için, geriye kalan son silahlarını çektiler. Epey bir süredir, var güçleriyle dünya kamuoyunun AK Parti hükümetine karşı cephe alması, iktidarın uluslararası tecride sürüklenmesi için yoğun bir çaba içindeler. Bunu başarabilmelerinin tek yolu ise hükümeti zorbalaştırmak... Gerek haftalardır propagandası yapılan "Ekim ayaklanması"nın, gerekse Silivri'yi meydan savaşına çevirme planlarının arka planında bu umut var. Eski düzeni geri getirme sevdasında olanlar hükümetin hata yapmasının pususuna yatmış durumdalar. Hükümet telaşlanacak, saldıracak, zorbalaşacak, haksız zemine düşecek ve biraz daha tecrit olacak... AK Parti hükümetinin bu planı görmediğini düşünemeyiz. Ne var ki, Silivri'deki karar duruşmasına girişin yasaklanması, plan görülse bile yeteri kadar ciddiye alınmadığını gösteriyor. Yarınki (size göre bugünkü) tabloyu görür gibiyim... Bir yanda Silivri'ye varmak için her yolu denemeye kararlı militan CHP'liler ve İşçi Partililer... (Ulusal kanal spikerinin Gezi olayları sırasında ağzından kaçırdığı gibi) günün, çok sayıda yaralı hatta mümkünse "ünlü" yaralı, hatta ölümle kapanmasından daha fazla hiçbir şey istemiyorlar... Öbür yanda ise, Silivri'de kuş uçurtmamaya kararlı, alınan kararın uygulanmasında en ufak bir zaaf yaşanmasına tahammülü olmayan, tahkimatını kurmuş, bütün yolları kesmiş, bütün çıkışları kapatmış güvenlik güçleri... Bunun sonucu, mutlak çatışma, mutlak şiddettir... Silivri'de değil ama şehrin her yerinde sokak gösterileri, çatışmalardır... Demokrasi düşmanlarına haklı zemin kazandırmak Diyeceksiniz ki bu grupların Silivri'ye gitmelerine izin verilse aynı çatışmalar orada olacaktı. Hem salonda olay çıkaracak, karga tulumba dışarı atılmanın, hatta birkaç yumruk yemenin "başarısını" yaşayacak hem de dışarıda polisle, jandarmayla çatışacak, barikatları yıkmaya çalışacak, yine "mümkün olduğu kadar çok" yaralı vermeye uğraşacaklardı. Ve yine bu olayları iç ve dış kamuoyunda hükümetin "zorbalaşmasının" delili olarak kullanacaklardı. Doğrudur; amaçları hükümeti şiddet ortamına çekmek olanlar, aynı şeyi Silivri'de yapacaklardı. Ama o zaman haksız zeminde olanlar onlar olacaktı. Kendilerine tanınan yargılamayı izleme hakkını kötüye kullanan, duruşmayı engelleyen, bağımsız yargıyı baskı altına alan şiddet taraftarı bir kitle durumuna düşeceklerdi. Bugün ise demokratik bir hakkı, Silivri sanıklarının açık yargılanma hakkını savunmak üzere sokaklara dökülmüş ama "zorbalaşan iktidarın" şiddetiyle karşılaşmış mağduru oynayacaklar. Ve hiç şüpheniz olmasın ki, bu tabloyu yurtdışında bol bol pazarlayacaklar. Hükümet Silivri'de "zaaf içinde bir iktidar" görüntüsü vermemek için, "testi kırılmadan" tedbir alma yolunu seçti. Ama bu onun bir başka zaafa düşmesine yol açtı: Açık yargılanma hakkını ihlal etmiş bir hükümet durumuna düştü. Demokrasi düşmanlarına haklı zemin kazandırdı. Güçlü iktidar, demokratik hakların kullanılmasını engellemeden ama düzeni sağlamakta ve yasa dışına çıkanları durdurmakta en küçük bir zaaf göstermeyen iktidardır. Marifet bu ikisini birlikte gerçekleştirmektir. Gülay GÖKTÜRK 05 Ağustos 2013 Pazartesi

Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

10 Ağustos 2013 Cumartesi

Bir anayasamız olmayabilir 2013 07 12 Mısır'da darbe oldu ve Türkiye direniyor. Bu, önemli bir dönüm noktası. Türkiye'de demokrasinin bundan böyle nasıl algılanacağını, Türkiye'deki bürokratik oligarşiye dönük tutumun ne olacağını göstermesi bakımından hatta çok önemli bir dönüm noktası

Bir anayasamız olmayabilir

Mısır'da darbe oldu ve Türkiye direniyor.

 Bu, önemli bir dönüm noktası.

 Türkiye'de demokrasinin bundan böyle nasıl algılanacağını, Türkiye'deki

 bürokratik oligarşiye 

 dönük tutumun ne olacağını göstermesi bakımından hatta çok önemli bir dönüm noktası.
Öte yandan önce Meclis Başkanı sonra Başbakan yeni anayasa için ek bir irade ortaya koydu. Başbakan, bu konuda ortaya çıkmış ataletin üstüne gidip, Meclis'i yaz boyunca çalışmaya, hiç değilse üstünde uzlaşılmış maddeleri geçirmeye davet etti.
Bu iki olgu birbiriyle alttan alta örtüşüyor, ilk bakışta. Türkiye'de yapılacak yeni anayasanın niteliği, kapsamı hakkında bir ipucu veriyor. Demek ki, yeni anayasa demokratik bir anlayışla biçimlendirilecek. En azından hükümetin Mısır konusundaki tutumu buna bir karine teşkil ediyor.

***

Ama hayli çetin bir sorun var öte yanda. Bir ülkenin demokratik olması, bir ülkedeki demokrasinin 'tam teşekküllü' olması sadece anayasal bir sorun mudur? Demokratik kuram bakımından cevabın olumsuz olduğunu ayrıca belirtmeye gerek yok. Hele o ülke Türkiye ise... Yeni bir anayasa bu ülkede ne derecede bir zorunluluksa, demokrasiyi engelleyen diğer kısıtlamaların ortadan kaldırılması da o derecede bir zorunluluktur.

Bugün Ceza Kanunundan Partiler Kanununa, Vergi mevzuat ve anlayışından eğitime kadar hangi alanda yasalar tam manasıyla demokratiktir? Öyledir diyecek bir tek kişi çıkabilir mi ortaya?

O zaman yapılması gereken bir ikinci iş var: Eğer hükümet demokratik bir anayasa yapmak ve o yoldan bir demokratik devlet kurmak istiyorsa, makro planda attığı güçlü adımları destekleyecek biçimde mikro alanlarda, şu saydığım düzlemlerde de, değişikliklere gitmeli. Varsın anayasa değiştirilmesin. Ama hükümet diğer adımları atsın. Türkiye'nin son otuz yıldır belini kıran, ayağını köstekleyen şu yükleri onun sırtından kaldırsın.

***

O kadar önemli buluyorum ki bu noktayı Türkiye'nin bir anayasası olmayabilir dahi diyebilirim. Bir fantezi değil bu söylediğim. Tam tersine bizdeki anayasa tarihi düşünüldüğünde, hele hele 1982 Anayasası ve nitelikleri hatırlandığında bu düşüncem daha da berraklaşıyor. Anayasa bizde devletin toplum üstüne giydirdiği bir deli gömleğidir.

Ne bir toplumsal sözleşmedir ne bir uzlaşma metnidir ne bir demokratik manifestodur bizde anayasalar. Devleti tanımlayan, vatandaşın devlete yükümlülüğünü sayan, sır(a)layan bir metindir. O değiştirilmesi dahi teklif edilemeyen maddeler de devletin kendisini korumasının ikinci zırhı veya kalkanıdır.

Varsın öyle bir metin olmasın. Şu saydığım alanlarda demokratikleşmiş bir Türkiye'nin anayasaya ne ihtiyacı olacak? Anayasal kurumlar nasıl işleyecek diye sorulabilir. Hepsi birer yasayla düzenlenir. Bu olmuyorsa, anayasa son derecede kısa, üç-beş maddelik bir temel metin olur. Gerisini politika düzenler. Yoksa bugün üstünde uzlaşıldığı söylenen 48 madde bile haddinden fazladır ve ancak eski yapıyı yeni bir hale uydurma çabasına hizmet eder.

Biz hep önce anayasa yapılır sonra diğer alanlardaki düzenlemeler gelir diye düşündük. Bir de tersini yapsak?...

9 Ağustos 2013 Cuma

Pembe gezegen bulundu Dünya'dan 57 ışık yılı uzaklıkta pembe bir gezegen keşfedildi. 09 Ağustos 2013 Cuma

Pembe gezegen bulundu

Dünya'dan 57 ışık yılı uzaklıkta pembe bir gezegen keşfedildi.

Sivrisineğin damardan kan emmesi ilk kez görüntülendi Bilim insanları sıtma taşıyan bir sivrisineğin kan emmesini ilk kez görüntüledi. 09 Ağustos 2013 Cuma "Mursi'yi serbest bırakın" Cumhurbaşkanı Gül, İspanya'nın prestijli gazetesi El Pais için yazdı.

 

09 Ağustos 2013 Cuma Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, İspanya'nın prestijli gazetesi El Pais'e

 "Muhammed Mursi'yi serbest bırakın"

 başlıklı bir yazı kaleme aldı. Abdullah Gül, Mısır'ın Arap dünyasında oynadığı role değinerek, şu anda yaşadığı zor durumun sadece kendini değil aynı zamanda Arap Baharı'yla ortaya çıkan genç demokrasilerin de kaderini etkiyeceğini vurguladı. Türkiye olarak, 25 Ocak 2011'de Mısır halkının özgürlük, demokrasi ve onur arayışı uğruna gerçekleştirdiği devrime destek verdiklerini kaydeden Cumhurbaşkanı Gül, devrimden sonra bu ülkeyi ilk ziyaret eden Devlet Başkanı'nın kendisi olduğunu hatırlattı. Abdullah Gül, Mısır'da demokratik olarak seçilmiş ilk Cumhurbaşkanı'nı koltuğundan eden darbenin demokrasinin gelişmesi açısından bir hayal kırıklığı olduğunun altını çizdi. Halkı iki zıt kutuplara ayrılmasının ve tehlikeli bir biçimde karşı karşıya gelmesinin endişe verici ve sürdürülemez olduğunu belirten Gül, erken seçim kararı alınmış olsaydı böyle bir durumun meydana gelmeyeceğini savundu. Cumhurbaşkanı, Mısır'daki tüm taraflara ülkede demokrasiyi yeniden rayına oturtmak için birlik ve diyalog çabalarını bir kenara bırakmama çağrısı yaptı. "Mısır'ın geleceği demokrasidedir" diyen Gül, tüm tarafların dahil olduğu geçiş süreciyle demokrasinin yeniden inşa edilmesi gerektiğini ifade etti. Abdullah Gül, "Diyalog ve uzlaşmaya başlamak için, Cumhurbaşkanı Mursi ve gözaltına alınan veya tutuklanan diğer politikacılar serbest bırakılmalı ve önümüzdeki seçimlerde yer almalıdır." dedi. Bölge ve dünya barışına açısından çok önemli rol oynayan Mısır'ı istikrarlı ve müreffeh görmek istediklerine değinen Cumhurbaşkanı Gül, Türkiye'nin ortak tarihi ve kültürel değerleri paylaşan Mısırlı kardeşlerinin demokrasi yolunda yürümeye devam etmesi için çaba 

gösterdiğini vurguladı.

ÖSO'dan Esed'in yaralandığı iddiası ÖSO,konvoyuna düzenlenen saldırıda Esed'in yaralandığını öne sürdü. 09 Ağustos 2013 Cuma 18:38

ÖSO'dan Esed'in yaralandığı iddiası

ÖSO,konvoyuna düzenlenen saldırıda Esed'in yaralandığını öne sürdü.

Özgür Suriye Ordusu, dün bayram namazına giderken konvoyuna düzenlenen saldırıda Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esed'in yaralandığını öne sürdü.

Özgür Suriye Ordusu'nun (ÖSO) Dera'daki Askeri Konseyi Başkanı Albay Ahmed Fehd en-Nime, AA muhabirine yaptığı açıklamada, "Esed, Şam'daki ÖSO kahramanlarının düzenlediği operasyonda yaralandı. Resmi televizyonda yayınlanan görüntüler ise eski bant kayıtları" dedi.

Nime, çarşamba gecesi Ürdün üzerinden Suriye topraklarına gecen ve bayram namazını Ürdün sınırındaki Dera kentinde Suriyelilerle birlikte kılan Suriye Muhalif ve Devrimci Güçler Ulusal Koalisyonu (SMDK) Başkanı Ahmed el-Carba'nın ziyareti hakkında da değerlendimelerde bulundu.

Carba'ya ziyareti boyunca eşlik eden Nime, "Rejimin düşmesi halinde Carba Suriye'nin devlet başkanı olacak. Carba'nın, devrimin ateşlendiği Dera'da bulunmasından gurur duyuyorum. Carba, Dera'daki faliyetleri gözlemledi ve yardımda bulundu" diye konuştu.

Dera'ya yönelik son günlerde yoğunlaşan bombardımanın Carba'nın ziyaretiyle ilgili olup olmadığı yönündeki soruyu da yanıtlayan Nime, "Bu Dera'da yeni bir şey değil. Rejim uzaktan bombalayarak Dera'daki hiçbir şeyi kontrol altına alamıyor. Bunlar sadece Dera'da yaşanmıyor. ÖSO'nun Esed'in konvoyuna yönelik saldırısının intikamını almak amacıyla rejim Suriye'nin bütün kentlerini bombalıyor" ifadesini kullandı.

Suriyeli muhalif gruplar, dün bayram namazını kılmak üzere Şam'daki Enes bin Malik Camisi'ne doğru yola çıkan Esed'in konvoyuna havan saldırısı düzenlendiğini iddia etmişti. Suriye hükümeti ise bu haberleri yalanlamış ve Esed'in bayram namazını kılarken çekildiği belirtilen görüntüleri devlet televizyonunda yayınlamıştı. 

Bayram Hediyesi mi

8 Ağustos 2013 Perşembe

Hayao Miyazaki’s latest film Above the fray Mücadele yukarıyla Hayao Miyazaki'nin son filmi Aug 2013

Hayao Miyazaki’s latest film 

Above the fray  Mücadele yukarıyla

Hayao Miyazaki'nin son filmi 

Aug  2013

 http://www.economist.com/news/books-and-arts/21582490-celebrated-director-upsets-some-fans-and-angers-conservatives-above-fray?fsrc=scn/tw/te/pe/abovethefray

 

 A SOMBRE exploration of love, responsibility and death, 

“Kaze Tachinu” (“The Wind Rises”)

 is being described as Hayao Miyazaki’s first animated film for adults. After half a lifetime making exquisite fantasy films for children, such as “Princess Mononoke” and “Spirited Away”, Mr Miyazaki, now 72 and viewed as the reigning genius of Japanese cinema, has tackled the true story of an aeroplane maker in the second world war.

Sevgi, sorumluluk ve ölüm, 'Kaze Tachinu' ('The Wind Yükseldi')

 bir kasvetli arama yetişkinler için Hayao Miyazaki ilk animasyon filmi olarak tarif ediliyor. 

Bu 'Prenses Mononoke' 

ve 

'Ruhların Kaçışı', Sayın Miyazaki, şimdi 72 ve Japon sinemasının hükümdarlık dahi olarak görülen, gibi çocuklar için zarif fantezi film yapma yarım ömür boyu sonra ikinci bir uçak üreticisi gerçek bir hikaye ele etti dünya savaşı.

 

The title comes from a Paul Valéry poem: “The wind is rising! We must try to live.” The wind is a portent for the disasters that anchor the film: the 1923 earthquake that levelled much of Tokyo and Yokohama, killing over 100,000 people; and Japan’s terrible war nearly two decades later.

Başlık Paul Valéry şiir geliyor: 'Rüzgar artıyor! . Biz rüzgar filmi demir bu felaketler için bir ibret vardır 'yaşamak için denemek gerekir: 100.000 'den fazla kişi öldü, Tokyo ve Yokohama çok tesviye 1923 deprem ve Japonya'nın korkunç savaş yaklaşık iki yıl sonra.

Despite its real-world setting, the film is saturated in fantastical Miyazaki flourishes. It is book-ended with dreams. It starts with a ten-year-old Jiro Horikoshi imagining flying above his provincial home before being wakened by bombs from a hulking aerial warship. The film’s denouement sees him walking through the ruined landscape of wartime Japan, a nightmare partly wrought from his boyhood dreams of flight.

A brilliant but naive engineer, Jiro is based on the real designer of Japan’s Mitsubishi A6M Zero. Once considered the world’s best aerial fighter, the Zero had a feared reputation among American pilots during the second world war. The plane helped launch the war against America when Japanese pilots used it to attack Pearl Harbour in 1941. By 1945 the Zero had lost its technical edge; teenage Kamikaze pilots used them as suicide bombs against the approaching American maritime fleet.

The film follows Jiro as he pursues his childhood fantasies by building a plane. His love of flying is depicted as pure and uncomplicated. There is a sensual, erotic quality to the air scenes; his budding love for his fiancée, Naoko, is conveyed through the soaring flight of paper aeroplanes. Regret comes only in the final scenes.

Born in the year of the Pearl Harbour attack, Mr Miyazaki is imprinted with the pacifism of many Japanese from his generation. His films are often paeans to the natural world and warnings about its perilous state. His heroes tend to be children who warn others about the dangers of greed and militarism, only for their pleas to fall on deaf adult ears.

Fans have questioned why the great pacifist has made a film that appears to lionise a weapons maker. Mr Miyazaki says he was drawn to the story of one of Japan’s great eccentric geniuses. “It was wrong from the beginning to go to war,” he explained in June. “But it’s useless…to blame Jiro for it.”

In a country where politicians regularly rattle the ghosts of the past, this film has sparked debate. Mr Miyazaki recently published an article in which he said he was “disgusted” by government plans to upgrade Japan’s army and “taken aback” by the leadership’s ignorance of history. Though he did not mention him by name, the attack was clearly aimed at Shinzo Abe, Japan’s prime minister. Conservatives have responded by telling Mr Miyazaki to stay out of politics. Worse, some have called the film’s slow-moving style and lack of digital fireworks “boring”.

Mr Miyazaki’s film feels personal. His

Gerçek-dünya ayarı rağmen, filmin fantastik Miyazaki geliştiği içinde doymuş yağlardır. Bu hayalleri ile kitap uçludur. Bu hantal hava savaş gemisi gelen bomba tarafından wakened önce kendi il ev üzerinde uçan hayal on yaşındaki Jiro Horikoshi ile başlar. Filmin akıbet onu savaş Japonya'nın harap manzara yürürken görür, bir kabus kısmen uçuş onun çocukluk çağı rüyalardan dövme.

Parlak ama naif mühendis, Jiro Japon Mitsubishi A6M Zero gerçek tasarımcı dayanmaktadır. Bir zamanlar dünyanın en iyi hava savaşçı kabul, Sıfır İkinci Dünya Savaşı sırasında Amerikan pilotlar arasında korkulan ünü vardı. Uçak Japon pilot, 1941 yılında Pearl Harbour saldırı için kullanıldığında Amerika'ya karşı savaş başlatmak yardımcı oldu. 1945 Sıfır teknik kenar kaybetmiş; genç Kamikaze pilotları yaklaşan Amerikan deniz filosu karşı intihar bombaları olarak kullanılır.

O bir uçak inşa ederek onun çocukluk fantezilerini takip olarak film Jiro izler. Uçan sevgisi saf ve basit olarak tasvir edilir. Hava sahneleri için bir şehvetli, erotik kalite vardır, onun nişanlısı, Naoko, onun tomurcuklanan aşk Kağıt uçaklar yükselen uçuşlara iletilir. Pişmanlık sadece son sahnelerde gelir.

Pearl Harbor saldırısı yılında doğan Bay Miyazaki neslinin birçok Japon pasifizm ile basılmış. Filmleri genellikle doğal dünyaya methiyelerinden ve tehlikeli durumu hakkında uyarılar bulunmaktadır. Onun kahramanları sağır yetişkin kulaklara düşmeye sadece hoş için, açgözlülük ve militarizm tehlikeleri hakkında uyarmak çocuk olma eğilimindedir.

Büyük pasifist bir silah üreticisi lionise görünüyor bir film yaptı neden Hayranları sorguluyorlar. Bay Miyazaki o Japonya'nın büyük eksantrik dahilerin birinin hikayesi çizilmiş oldu diyor.

 'Bu savaşa gitmek için başından beri yanlış olduğunu,' 

diye Haziran ayında açıkladı.

 'Ama işe yaramaz ... 

bunun için Jiro sorumlu.'

Politikacılar düzenli olarak geçmişin hayaletleri çıngırak bir ülkede, bu film tartışmaya yol açtı. Bay Miyazaki son zamanlarda o tarihin liderliğinin cehalet Japonya'nın ordusu ve 'şaşırmış' yükseltmek için hükümet planları 'tiksinti' olduğunu söyledi hangi bir makale yayınladı. O adı tarafından kendisine söz etmedi rağmen, saldırı açıkça Shinzo Abe, Japonya başbakanı amaçlanmıştır. Muhafazakarlar siyasetin dışında kalmak Bay Miyazaki anlatarak yanıt verdiler. Daha da kötüsü, bazı dijital havai fişek filmin yavaş hareket tarzı ve eksikliği 'sıkıcı' çağrısında bulundu.

Bay Miyazaki filmi kişisel hissediyor. Onun 

http://enaz5.web.tv/video/itu6wkwnjyo

Baby Boom 1987 Diane Keaton Toronto Film Festival Türkiye girişi yok
 The life of super-yuppie J.C. is thrown into turmoil when she inherits a baby from a distant relative.
Ona uzak bir akrabadan bir bebek miras kalır  zamanın süper yuppie'si J.C hayatı kargaşaya dönüşür.
Director Charles Shyer Writers Nancy Meyers, Charles Shyer
Stars Diane Keaton, Sam Shepard, Harold Ramis
http://www.imdb.com/title/tt0092605/
16 Ağu 2008 MarisaMovies
All rights belong to MGM & United Artist Pictures.
No copyright  infringement intended.

1001 Inventions and The Library of Secrets with Turkish Dubbing Bilim ve Teknolojinin 1000 Yıllık Serüven Filmi

1001 iCAD  Bilim ve Teknolojinin 1000 Yıllık Serüveni Filmi

dublaj 1001 iCAD Bilim ve Teknolojinin 1000 Yıllık Serüveni


(1001 Inventions and The Library of Secrets - with Turkish Dubbing)

altyazılı 1001 Inventions and The Library of Secrets


Sinema dünyasının Oskar ödüllü efsanevi aktorü Sir Ben Kingsley, Müslüman Medeniyetinin bilimsel mirası üzerine çekilmiş kısa metrajlı bir filmin başrol oyuncusu.
"1001 Buluş ve Sırlar Kütüphanesi"


isimli mini-film, daha önce Londra'daki Bilim Muzesi'nde halkın ziyaretine açılmış olan dünya çapında gezen bir sergiye eşlik ediyor.
1001 Buluş sergisi, Haziran 2010'da Londra Bilim Muzesi'nde ağırladığı 400bin ve tarihi İstanbul Sultanahmet Meydanı'nda ağırladığı 390bin ziyaretçisiyle kapalı gişe rekorları kıran konaklama süresini tamamlamış oldu.
Sergi şimdi de Nisan, 2011 yılına kadar New York Hall of Science bilim müzesinde ziyaretçilere açık tutulacak.

Sir Ben Kingsley filmde, bir grup okul oğrencisini Müslüman  Medeniyetinin önde gelen bilim adamlarını ve mühendislerini tanıtmak için aydınlatıcı bir yolculuğa çıkaran gizemli bir kütüphaneci rolünde.
Kütüphanecinin, daha sonra 12.yüzyılın mühendislik dehası el-Cezir olduğunu izleyip, diğer alimlerle de tanışacaksınız.

http://www.1001inventions.com/

http://en.wikipedia.org/wiki/1001_Inventions




Yayınlanma tarihi: 3 Nis 2013 In 2012

 1001 Inventions ran a competition offering five lucky fans the chance to win a once-in-a-lifetime trip to the historic city of Fez in Morocco. All you had to do to enter was record a short video explaining why you think you should be on that plane. Five outstanding entries were selected - with one sadly unable to attend at short notice - and in March 2013 our expedition began. Our four intrepid competition winners flew out to Morroco to join the official 1001 Inventions expedition and enjoy an eye-opening exploration of Fez. Fez is a magical place, founded over a thousand years ago and still almost untouched by industrialisation. The competition winners will breathe the air of the ancients in bazaars filled with crafts and spices, drink tea in tranquil courtyards, visit historic tanneries and ceramic workshops, and see the palaces, mosques and fountains of the city's 13th century cultural heyday, when trade routes connected it with cities across Muslim civilisation. Along winding passageways and behind tiled facades, the group enjoyed exploring hidden knowledge -- none more ancient than at Al-Qarawiyin University, the jewel in the city's crown. This mosque-university complex was funded in 859 by an enlightened local benefactor called Fatima al-Fihri. As the world's longest-serving place of education, its corridors still bustle with busy students today. In their explorations, our winners followed the example of one of the world's most celebrated adventurers and travel writers. Over five hundred years ago, Ibn Battuta returned to his native Morocco after a journey of eye-opening length and breadth, covering more than 40 modern countries. It was the Sultan of Fez who encouraged Ibn Battuta to write the Rihla, the account of his incredible travels. This video shows highlights from this once-in-a-lifetime expedition. 

 

90 yıl sonra ilk bayram namazı Selanik'teki Yeni Cami'de 90 yıl sonra ilk bayram namazı kılındı. 08 Ağustos 2013 Perşembe en az 5 TV

http://www.trthaber.com/foto-galeri/dunyadan-ramazan-bayrami-kareleri/4955.html

Dünyadan Ramazan Bayramı kareleri

İstanbul`da bayram namazını kılmak isteyen binlerce vatandaş, Sultan Ahmet Camii`ne koştu.


90 yıl sonra ilk bayram namazı

Selanik'teki Yeni Cami'de 90 yıl sonra ilk bayram namazı kılındı.

en az 5 TV


Baby Boom 1987 Diane Keaton Toronto Film Festival Türkiye girişi yok
 The life of super-yuppie J.C. is thrown into turmoil when she inherits a baby from a distant relative.
Ona uzak bir akrabadan bir bebek miras kalır  zamanın süper yuppie'si J.C hayatı kargaşaya dönüşür.
Director Charles Shyer Writers Nancy Meyers, Charles Shyer
Stars Diane Keaton, Sam Shepard, Harold Ramis
http://www.imdb.com/title/tt0092605/
16 Ağu 2008 MarisaMovies
All rights belong to MGM & United Artist Pictures.
No copyright  infringement intended.

"Putin söylediği zaman neden oluyor?" Başbakan Erdoğan, üç çocuk eleştirilerine cevap verdi. 08 Ağustos 2013 Perşembe en az 5 TV


"Putin söylediği zaman neden oluyor?"

Başbakan Erdoğan, üç çocuk eleştirilerine cevap verdi.

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan partisinin İstanbul İl Başkanlığınca düzenlenen bayramlaşma programına katıldı. Burada bir konuşma yapan Erdoğan, tüm vatandaşların ve İslam aleminin bayramını kutladıktan sonra, iç ve dış gündeme ilişkin önemli açıklamalarda bulundu.

76 MİLYONUN YAŞAM TARZI TEMİNATIMIZ ALTINDA

Kimsenin diğerine üstünlük taslamadığı bir ortak zemini inşa etmeyi sürdüreceklerini ifade eden Erdoğan, "76 milyonun değerleri özellikle de yaşam tarzları bizim teminatımız altında" dedi.

Demokrasiyi, özgürlükleri savunduklarını belirten Erdoğan, "Biz kendimizi başkalarına göre farklı bir konumda görmedik. Bize zulmettiler ama biz sabrettik. Bir grubun da kendini üstün görmesine müsaade etmedik" ifadelerini kullandı. 

BİR BAŞBAKAN OLARAK 3 ÇOCUĞU TAVSİYE EDİYORUM

“Bizim yaşam tarzımıza karışıyor. Nereden çıktı bu üç çocuk meselesi” şeklinde kendine yönelik getirilen eleştirilere cevap veren Erdoğan, "Böyle bir yasa yok. Ben sadece bir başbakan olarak en az üç çocuğu tavsiye ediyorum. Bu benim en doğal hakkımdır. kimseye kalkıp da silah dayatmıyoruz. Yasal bir mecburiyet yok. Ben hanım kardeşlerimize 'gelin bu millete üç çocuk hibe edin, lütfedin' diyorum. Bu insanı işte bu anneler yetiştirecek. Ha yapmayacak, yapmasın" diye konuştu. 

PUTİN SÖYLEDİĞİ ZAMAN OLUYOR DA...

AK Parti olarak böyle bir teklif yaptıklarını dile getiren Erdoğan, "Bunu da müsaade edin de söyleyeyim bari. Yani bunu Rusya’da Putin söylediği zaman oluyor da Türkiye’de Tayyip Erdoğan söylediği zaman niye rahatsız oluyorsunuz?" dedi. 

BAYRAMA BURUK GİREN DOSTLARIMIZ VAR

"Bayrama buruklukla giren dostlarımız var" diyen Erdoğan, Mısır ve Suriye başta olmak üzere İslam ülkelerinde yaşanan sorunlara dikkat çekti. Erdoğan, "Birileri Mısır'daki haksızlığı görmeyebilir. Birileri Mısır'da yaşanan zulmü, Mısır'daki katliamları görmezden gelebilir. Birileri, Mısır'daki darbeye 'darbe' demekten bile imtina edebilir. Biz, Mısır'daki kardeşlerimizi görüyor, onların acısını yüreğimizde hissediyor, onların haklı mücadelesini gönülden destekliyoruz" şeklinde konuştu.

SURİYE'DE KATLİAM RAMAZAN'DA DA DEVAM ETTİ

"Suriye'deki kardeşlerimiz, Ramazan ayında dahi devam eden toplu katliamlara maruz kaldılar" diyen Erdoğan, "Kan ve göz yaşıyla yoğrulmuş bir bayrama adım attılar. Suriye'de, Ramazan'ın kutsiyetini dahi ayakları altında çiğneyen bir zihniyet, oruçlu insanları, evinde iftarı, sahuru bekleyen insanları, masum çocukları, masum kadınları katletmeyi sürdürdü" ifadelerini kullandı. 

PUTİN NE DEMİŞTİ?

Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin parlamentoda yaptığı konuşmada, "Rusya'nın bağımsız ve güçlü olması için bizden daha fazla olması gerek. Aile başına üç çocuğun bir norm olması gerektiğinden eminim. Ancak bunu gerçekleştirmek için daha fazla şey yapılması gerekiyor" ifadelerini kullanmıştı.

en az 5 TV  

 Baby Boom 1987 Diane Keaton Toronto Film Festival Türkiye girişi yok
 The life of super-yuppie J.C. is thrown into turmoil when she inherits a baby from a distant relative.
Ona uzak bir akrabadan bir bebek miras kalır  zamanın süper yuppie'si J.C hayatı kargaşaya dönüşür.
Director Charles Shyer Writers Nancy Meyers, Charles Shyer
Stars Diane Keaton, Sam Shepard, Harold Ramis
http://www.imdb.com/title/tt0092605/
16 Ağu 2008 MarisaMovies
All rights belong to MGM & United Artist Pictures.
No copyright  infringement intended.

 

Bahçeli, Erdoğan'a 44 bin 500 lira tazminat ödeyecek Başbakan Erdoğan'ın MHP lideri Bahçeli'ye açtığı 20 davadan 6'sının sonuçlandı. 08 Ağustos 2013 Perşembe

Bahçeli, Erdoğan'a 44 bin 500 lira tazminat ödeyecek

Başbakan Erdoğan'ın MHP lideri Bahçeli'ye açtığı 20 davadan 6'sının sonuçlandı.

AK Parti Genel Başkan Yardımcısı Mehmet Ali Şahin, "Başbakanımız Erdoğan, kendisine hakaret eden MHP Genel Başkanı Bahçeli'ye 20 dava açmıştır. Bunlardan 6 tanesi sonuçlandı. Bahçeli, Erdoğan'a 44 bin 500 lira tazminat ödeyecek" dedi.

Şahin, partisinin Safranbolu İlçe Başkanlığının bayramlaşma programında yaptığı konuşmada, Başbakan Erdoğan'ın diktatörlükle itham edildiğini söyledi.

Muhalefet yanlısı yayın yapan gazete ve televizyonların Erdoğan'a hakaret ve küfür ettiğini, diktatör olsa bunları yapamayacaklarını anlatan Şahin, şöyle devam etti:

"Bakın yayınlarına baştan sona hakaret ve küfür. İktidara ve sayın Başbakana. Türkiye'de diktatörlük olsa siz bunları yapabilir misiniz? Diktatörlük olsa bunların bir satırını yazabilir misiniz? Türkiye o kadar özgür ki. Bir CHP milletvekili sosyal medyada Başbakanın kızına hakaretler etti. CHP’nin gençlik kollarının bir üyesi sayın Başbakanın annesine küfür etti. Sonra özür diledi ama uzaklaştırıldı partiden. Türkiye'de diktatörlük olsa siz bunları yapamazsınız."

Parti genel başkanlarının da aynı şekilde davrandığını vurgulayan Şahin, "Başbakanımız Erdoğan, kendisine hakaret eden MHP Genel Başkanı Bahçeli'ye 20 dava açmıştır. Bunlardan 6 tanesi sonuçlandı. Bahçeli, Erdoğan'a 44 bin 500 lira tazminat ödeyecek. Sayın Başbakan cevap vermiyor. 'Ben o seviyeye inmem' diyor. Tüm konuşmalarını takip edin. İşi gücü konuşmalarında Sayın Başbakana hakaret etmek. Biz ne yapıyoruz. Onun üslubu ile cevap vermiyoruz, yargıya taşıyoruz" diye konuştu.

Şahin, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu'nun da aynı şekilde davrandığını, Kılıçdaroğlu hakkında açılan davaların daha fazla olduğunu ve çok daha fazla tazminat ödeyeceğini belirterek, genel başkanların birbirlerine saygılı olması gerektiğini kaydetti.




 http://enaz5.web.tv/video/itu6wkwnjyo

 Baby Boom 1987 Diane Keaton Toronto Film Festival Türkiye girişi yok
 The life of super-yuppie J.C. is thrown into turmoil when she inherits a baby from a distant relative.
Ona uzak bir akrabadan bir bebek miras kalır  zamanın süper yuppie'si J.C hayatı kargaşaya dönüşür.
Director Charles Shyer Writers Nancy Meyers, Charles Shyer
Stars Diane Keaton, Sam Shepard, Harold Ramis
http://www.imdb.com/title/tt0092605/
16 Ağu 2008 MarisaMovies
All rights belong to MGM & United Artist Pictures.
No copyright  infringement intended.

7 Ağustos 2013 Çarşamba

Baby Boom 1987 Diane Keaton Toronto Film Festival Türkiye girişi yok

Baby Boom 1987 Toronto Film Festival 

Türkiye girişi yok.

Baby Boom 1987 Diane Keaton Toronto Film Festival Türkiye girişi yok


 The life of super-yuppie J.C. is thrown into turmoil when she inherits a baby from a distant relative.


Director Charles Shyer 

Writers Nancy Meyers, Charles Shyer


Stars Diane Keaton, Sam Shepard, Harold Ramis


http://www.imdb.com/title/tt0092605/


16 Ağu 2008 MarisaMovies 

All rights belong to MGM & United Artist Pictures.
No copyright  infringement intended.




Sessiz Gemi Emre'den Yahya Kemal Beyatlı'nın Sessiz Gemi Şiiri kaçırmayın


Emre'den Yahya Kemal Beyatlı'nın Sessiz Gemi Şiiri

AHMED AGÂH YAHYA KEMAL BEYATLI - DüşünNCE

1/4 Süleymaniye'de Bayram Sabahı (Yahya Kemal-Tanrıkorur)_BurBBKK

Yahya Kemal Beyatlı-Aziz İstanbul (Kendi Sesinden)Sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul

Sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul

Yahya Kemal Beyatlı-Endülüste Raks (Kendi Sesinden) Zil şal ve gül bu bahçede raksın bütün hızı


Zil şal ve gül bu bahçede raksın bütün hızı

Yahya Kemal Beyatlı- Siste Söyleniş (Kendi Sesinden)

Yahya Kemal Beyatlı-Aziz İstanbul (Kendi Sesinden)

Kentler ve Gölgeler Üsküp Yahya Kemal


Kentler ve Gölgeler programının Üsküp bölümü

Bu köyde şeker çocukların ayağına geliyor Bugaristan'da bir köyde çocuklar şeker toplamak için kapı kapı dolaşmıyor. 07 Ağustos 2013 Çarşamba

Bu köyde şeker çocukların ayağına geliyor

Bugaristan'da bir köyde çocuklar şeker toplamak için kapı kapı dolaşmıyor.

BU KÖYDE ŞEKER ÇOCUKLARIN AYAĞINA GELİYOR

TÜRKİYE'DE DEĞİL

Ramazan ayı boyunca yapılan farklı etkinliklerin ardından tüm dünyada olduğu gibi Bulgaristan’daki Müslümanlar da bayrama hazırlanıyor. Ülkenin doğusundaki Kırcali'de bayram öncesi yapılan gelenekler arasında 'şeker toplama' adeti yer alıyor. Kırcali'nin Komuniga köyü (Kuşallar) yıllardan beri yaşatılan gelenekte arefe günü büyükler küçüklere bonbon şekeri dağıtıyor.

Bu vesileyle öğle üzeri köyün merkezindeki cadde trafiğe kapatılıyor. Ellerinde önceden aldıkları poşetlerle dolu bonbonları dağıtmak üzere önce yaşlılar, daha sonra ise diğer ev hanımları sıraya diziliyor. Çocuklar sıradaki büyüklerinden teker teker geçerek şeker hediyesini alıyor. Bebekler anneleriyle sıraya girerken, küçük yaşta bu adetle tanışmış oluyor.

1 TONA YAKIN BONBON DAĞITILIYOR

Eskiden bu çocukların şeker toplamak için kapı kapı dolaştıklarını belirten Fikret Murat, 1977'de vuku bulan bir kazadan sonra herkesin meydanda toplanma kararı alındığını belirtti. 


Her kadının en az 3 kilodan başlayarak 5 kiloya kadar bonbon dağıttığını kaydeden Fikret Murat, 450 aileden en az bir temsilci bulunduğunu ve dağıtılan bonbon ağırlığının 1 tonu geçtiğini söyledi. 

Fatme Teyze arefe gününde çocuklara ikram geleneğinin gençliğinden beri sürdürüldüğünü, fakat eskiden bonbon yerine kolaç (peksimet) dağıtıldığını kaydetti. 

Arefe günü bayram havasını yaşayan çocuklar eve döndüklerinde toplanan bonbonları sayarak gelecek yıla daha fazla toplama planları yapıyor.  

Milyoner sayısı 56 bin 417'ye yükseldi

 (Hâcı Nüfûsumuzu da bi yayınlayın Allah için) 

Yılın ilk 6 ayında yüzde 15 oranında bir artış yaşandı. 07 Ağustos 2013 Çarşamba Banka hesaplarında 1 milyon lira ve üzerinde parası bulunan yurt içi yerleşik gerçek ve tüzel kişi sayısı yılın 6 ayında geçen yılın ilk 6 ayına kıyasla yüzde 15 civarında artarak 56 bin 417'ye yükseldi. Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu (BDDK) verilerinden derlenen bilgilere göre, bu yılın haziran ayı sonu itibarıyla bankalardaki toplam mevduat 795,1 milyar liraya ulaşırken, bu tutarın yaklaşık yüzde 70'ine karşılık gelen 553,6 milyar liralık kısmı Türk Lirası cinsinden mevduatlardan oluştu. Söz konusu ay sonu itibarıyla 1 milyon ve üzerinde Türk Lirası tutulan mevduatlar, toplam Türk Lirası mevduatların yüzde 46'sını oluştururken, geçen yılın ocak-haziran dönemine oranla yüzde 29 artış göstererek, 252,8 milyar liraya çıktı. Bu tutarı 119,5 milyar lira ile 50 bin-250 bin lira arasında para tutulan mevduatlar, 87,6 milyar lira ile 250 bin-1 milyon lira arasında para tutulan mevduatlar, 65,2 milyar lira ile 10 bin-50 bin lira arasında para tutulan mevduatlar ve 28,6 milyar lira ile 10 bin liraya kadar para tutulan mevduatlar izledi. 7 BİN 447 KİŞİ DAHA MİLYONER OLDU Mevduat türleri mudi sayısı açısından değerlendirildiğinde, toplam mudi sayısı yıllık bazda yüzde 5,4 arttı ve haziran ayı sonu itibarıyla 54 milyon 24 bin 375'e ulaştı. Toplam mudilerin içinde, hesabında 10 bin liraya kadar mevduat bulunan kişi ve kuruluşların sayısı 53 milyon 20 bin 228 olarak belirlenirken, 1 milyon lira ve üzerinde paraya sahip yurt içi yerleşik mevduat sahibi sayısı geçen yılın ocak-haziran dönemine göre yaklaşık yüzde 15 artarak 56 bin 417'ye çıktı. Böylece geçen yılın ilk 6 ayına kıyasla milyoner sayısına 7 bin 447 kişi daha eklenmiş oldu. Anılan dönemde gerçek kişilerin hesaplarındaki mevduat tutarı da yine yüzde 15 artarak 66,3 milyar liradan 76,4 milyar liraya yükseldi.

Suudi Arabistan hilali gördü, yarın bayram ilan edildi Suudi Arabistan'da Şevval ayı hilalinin görüldüğü bildirildi. 07 Ağustos 2013 Çarşamba

Suudi Arabistan hilali gördü, yarın bayram ilan edildi

Suudi Arabistan'da Şevval ayı hilalinin görüldüğü bildirildi.

Suudi Arabistan'da Şevval ayı hilalinin görüldüğü bildirildi. Resmi haber ajansı Spa, yarın Ramazan Bayramı'nın idrak edileceğini duyurdu.
Suudi Arabistan Kralı ve veliaht prensler, halkın bayramını tebrik ederken yarın konserler, şiir okumaları, folklor ve havai fişek gösterilerinin yapılacağı ilan edildi.

Ergenekon hükümlülerinden biri, karardan sonra AK Parti iktidarına bir yıl ömür biçtiğini; bir yıl sonra "halkın iktidara geleceğini" söylemiş. Bir başkası, "sıcak bir sonbahar yaşanacağı" tehdidini savurmuş 07 Ağustos 2013 Çarşamba

Ergenekon hükümlülerinden biri, karardan sonra AK Parti iktidarına bir yıl ömür biçtiğini; 

bir yıl sonra 

"halkın iktidara geleceğini" 

söylemiş.

 Bir başkası, 

"sıcak bir sonbahar yaşanacağı"

 tehdidini savurmuş.

 Hâlâ aynı yanlışı yapıyorlar...

Ergenekon hükümlülerinden biri, karardan sonra AK Parti iktidarına bir yıl ömür biçtiğini; bir yıl sonra "halkın iktidara geleceğini" söylemiş. Bir başkası, "sıcak bir sonbahar yaşanacağı" tehdidini savurmuş.

Oysa böyle ölçüsüz-desteksiz tehditler savurmak yerine sussalar ve halkın affediciliğinin ortaya çıkabileceği bir iklimin bir an önce oluşması için yaptıklarını unutturmayı deneseler kendileri için çok daha hayırlı olurdu.

Kendisi için verilen kararın adil olmadığına inanan insanların hukuki itirazlarını en yüksek perdeden dile getirmelerinde yadırganacak bir şey yok. Ben hukuki itirazdan değil, siyasi tehditten söz ediyorum. "Yıkarız, yakarız, deviririz, bedelini ödetiriz" tehditlerinden...

"Hâlâ aynı yanlışı yapıyorlar" derken kastım, bu kesimin mahkemelerdeki savunmalarını da aynı siyasi hat üzerine oturtmalarıydı.

Toptan inkârın iflası

Darbe davalarından yargılanan TSK mensupları, dava boyunca kendilerinin "kahraman" onları yargılayanların ise vatan haini olduğunu söylediler.

 Her şey yalan, her şey sahteydi. Ergenekon örgütü bir hayal ürünüydü. Karşı karşıya oldukları şey, NATO'nun Türk ordusunu tasfiye planıydı. Onlar, ABD-AK Parti-Gülen hareketi ittifakı tarafından ortaklaşa planlanan bir tasfiye operasyonunun kurbanıydılar.

Kendilerini böyle savundular... Ne var ki, dosyalarda o kadar güçlü deliller vardı ki, "toptan inkâr" stratejisi sökmedi.

Oysa hem mahkeme heyeti hem de kamuoyu vicdanı açısından oldukça etkili olabilecek bir hafifletici sebepleri vardı:

"Biz bir geleneğin kurbanıyız" diyebilirlerdi!

"Biz ordunun siyaseti kontrol etmesinin, kontrol edemediğinde de müdahale etmesinin gelenek haline geldiği bir orduda yetiştik. Harp okuluna girdiğimiz andan itibaren komutanlarımızdan siyasete balans ayarı vermenin suç değil kutsal bir misyon olduğunu öğrendik" deselerdi çok daha etkili bir savunma yapmış olurlardı.

"Bizim bu suçu işlememizde, 1960'dan beri aynı suçu işleyen komutanlarımıza hiçbir bedel ödetmeyen hukuk sisteminin hiç mi payı yok? Adalet piyangoyla dağıtılmaz. On yıllardır işlemeyen yargı sürpriz bir biçimde ilk bize işlemişse, bu bizi kurban yapmaz mı" gibi bir mantık ileri sürebilirlerdi.

Ayrıca, bu kötü geleneğin sadece TSK içinde değil, bütün toplumda egemen olduğunu; toplumun azımsanamayacak bir kesiminin de onlara "kurtarıcı" gibi davranarak; müdahale için kışkırtarak suç işlemeye teşvik ettiklerini de ekleyebilirlerdi -ki bu da bir hafifletici sebep- olurdu.

Ancak böyle bir savunma stratejisi kamuoyunda bir empati duygusu yaratabilir, affetme ve yeni bir sayfa açma eğilimi doğurabilirdi.

Af iklimini berhava etmek


Ne var ki böyle yapmadılar ve hâlâ da yapmıyorlar. Tam tersine, kinden, intikamdan, rövanştan söz etmeye devam ediyorlar. Ve bu söylemleriyle oluşması gereken af iklimini berhava ediyorlar.
Hesaplaşmanın bitmediğini; darbeciliğin Türkiye'de hâlâ mahkûm edilmediğini; darbecilerin nadim olmadığını ortaya koyan bu söylem bugün Türkiye'de yeni bir sayfa açılmasının önünde ciddi bir engel oluşturuyor. Zira toplumun affediciliğinin ortaya çıkabilmesi için, affedilecek olanların da suçlarını anladıklarını bir şekilde belli etmeleri gerekir.

Türkiye'de kimse, yüzlerce hayatın mahvolmasından, hiçbir suçu olmayan sanık yakınlarının yaşadıkları büyük acıdan memnuniyet duymuyor.

 Mahkemenin tekrarladığı her "müebbet" kelimesi, sadece sanıkların ve sanık yakınlarının yüreğini yakmakla kalmıyor; bütün toplumun ruhunu karartıyor.

Ama öte yandan o toplum, bundan sonra başına böyle işler gelmeyeceğinden de emin olmak istiyor. Bütün mesele, kamuoyu vicdanının, halkın iradesine karşı şiddete başvurma yolunun artık geçmişte kaldığına inanması...

Darbe sanıkları ve onların yanında saf tutanlar, tehditleri bırakıp toplumu buna inandırmanın yolu yordamı üzerinde düşünseler çok daha iyi ederler.

 07 Ağustos 2013 Çarşamba

 Gülay GÖKTÜRK

 







 

Tek umutları hükümeti zorbalaştırmak.

 Globalleşen dünyada, demokrasiler de ancak global bir destek, onay, hayırhah bir tutum ya da en kötüsünden tarafsız bir tutumla çevrelendikleri takdirde rahatça gelişip derinleşebiliyor. Aksi durumda, yani düşmanca bir tutumla sarmalanmış, tecrit edilmiş bir demokrasinin işi gerçekten çok zor.

Bunu söylerken sadece global dünyanın siyaset sınıfını kastetmiyorum; aynı zamanda ve daha önemli olarak dünya kamuoyunu kastediyorum. Zaten artık iç ve dış kamuoyunun arasındaki sınırların kalktığı; istikrarlı bir iktidar için hükümetlerin sadece iç kamuoyunda değil, dünya kamuoyunda da meşruiyet aramaları gereken bir çağdayız.

Artık ne sandık ne de darbe umudu olmayanlar da bu gerçeği çok iyi bildikleri için, geriye kalan son silahlarını çektiler. Epey bir süredir, var güçleriyle dünya kamuoyunun AK Parti hükümetine karşı cephe alması, iktidarın uluslararası tecride sürüklenmesi için yoğun bir çaba içindeler. Bunu başarabilmelerinin tek yolu ise hükümeti zorbalaştırmak...

Gerek haftalardır propagandası yapılan "Ekim ayaklanması"nın, gerekse Silivri'yi meydan savaşına çevirme planlarının arka planında bu umut var. Eski düzeni geri getirme sevdasında olanlar hükümetin hata yapmasının pususuna yatmış durumdalar. Hükümet telaşlanacak, saldıracak, zorbalaşacak, haksız zemine düşecek ve biraz daha tecrit olacak...

AK Parti hükümetinin bu planı görmediğini düşünemeyiz. Ne var ki, Silivri'deki karar duruşmasına girişin yasaklanması, plan görülse bile yeteri kadar ciddiye alınmadığını gösteriyor.

Yarınki (size göre bugünkü) tabloyu görür gibiyim...

Bir yanda Silivri'ye varmak için her yolu denemeye kararlı militan CHP'liler ve İşçi Partililer... (Ulusal kanal spikerinin Gezi olayları sırasında ağzından kaçırdığı gibi) günün, çok sayıda yaralı hatta mümkünse "ünlü" yaralı, hatta ölümle kapanmasından daha fazla hiçbir şey istemiyorlar...

Öbür yanda ise, Silivri'de kuş uçurtmamaya kararlı, alınan kararın uygulanmasında en ufak bir zaaf yaşanmasına tahammülü olmayan, tahkimatını kurmuş, bütün yolları kesmiş, bütün çıkışları kapatmış güvenlik güçleri...

Bunun sonucu, mutlak çatışma, mutlak şiddettir... Silivri'de değil ama şehrin her yerinde sokak gösterileri, çatışmalardır...

Demokrasi düşmanlarına haklı zemin kazandırmak

Diyeceksiniz ki bu grupların Silivri'ye gitmelerine izin verilse aynı çatışmalar orada olacaktı. Hem salonda olay çıkaracak, karga tulumba dışarı atılmanın, hatta birkaç yumruk yemenin "başarısını" yaşayacak hem de dışarıda polisle, jandarmayla çatışacak, barikatları yıkmaya çalışacak, yine "mümkün olduğu kadar çok" yaralı vermeye uğraşacaklardı. Ve yine bu olayları iç ve dış kamuoyunda hükümetin "zorbalaşmasının" delili olarak kullanacaklardı.

Doğrudur; amaçları hükümeti şiddet ortamına çekmek olanlar, aynı şeyi Silivri'de yapacaklardı. Ama o zaman haksız zeminde olanlar onlar olacaktı. Kendilerine tanınan yargılamayı izleme hakkını kötüye kullanan, duruşmayı engelleyen, bağımsız yargıyı baskı altına alan şiddet taraftarı bir kitle durumuna düşeceklerdi. Bugün ise demokratik bir hakkı, Silivri sanıklarının açık yargılanma hakkını savunmak üzere sokaklara dökülmüş ama "zorbalaşan iktidarın" şiddetiyle karşılaşmış mağduru oynayacaklar. Ve hiç şüpheniz olmasın ki, bu tabloyu yurtdışında bol bol pazarlayacaklar.

Hükümet Silivri'de "zaaf içinde bir iktidar" görüntüsü vermemek için, "testi kırılmadan" tedbir alma yolunu seçti. Ama bu onun bir başka zaafa düşmesine yol açtı: Açık yargılanma hakkını ihlal etmiş bir hükümet durumuna düştü. Demokrasi düşmanlarına haklı zemin kazandırdı.

Güçlü iktidar, demokratik hakların kullanılmasını engellemeden ama düzeni sağlamakta ve yasa dışına çıkanları durdurmakta en küçük bir zaaf göstermeyen iktidardır.

Marifet bu ikisini birlikte gerçekleştirmektir.

 05 Ağustos 2013 Pazartesi

Kemal Burkay 6 Ağustos 2013 Genelkurmay Başkanı’nı, kuvvet komutanı orgeneralleri yargılayan böylesine mahkemeler olağanüstü olmayacak da ne olacaktı

Yeni yazım: Ergenekon Davası’nda kararın ardından

Silivri’de görülmekte olan Ergenekon davası sonuçlandı. Bu davadan yargılananların büyük çoğunluğu ağır cezalara çarptırıldı, bazıları beraat etti.

Bu dava ile ilgili lehte aleyhte çok şey söylendi, bu da doğaldı; bu dava önemli bir dava. En çok da bu davaya karşı olanlar konuştular, yaygara kopardılar, hak-hukuk üstüne çok sözler ettiler. Bu da bir yönüyle anlaşılır bir şey. Çünkü şimdiye kadar hep onlar, ya da onların benzerleri yargıladılar. Darbelerin ardından ülkenin solcularını, demokratlarını, Kürt aydınlarını hapislere doldurdular, işkence çarklarından geçirdiler, bir bölümünü sürgün yollarına düşürdüler. Eline silah almamış, şiddete başvurmamış kişileri, Barış Derneği mensuplarını bile, salt düşünce ve görüşlerinden dolayı ağır cezalara çarptırdılar; kimini yargısız biçimde, kimini de askeri mahkemelerde, devlet güvenlik mahkemelerinde, o biçim yargıyla infaz ettiler.

O zaman haktan hukuktan söz edenlerle dalga geçerlerdi. Bu kez de darbe yapabilseler, karşıtlarına, kendileri gibi düşünmeyenlere aynı şeyi yapacaklardı, ülkeye yeni bir 12 Eylül yaşatacaklardı. Laiklik kaygısı, ya da şeriat tehlikesi gibi gerekçelerle onlardan bir şeyler bekleyenleri bile bir kez daha düş kırıklığına uğratacaklardı. Çünkü onların laikliği yalancı idi; laikliği en çok onlar, darbelerden sonra kesip biçtiler. Solu ve demokrasi güçlerini onlar darbelediler.

Ama gün geldi devran döndü, yurtta ve dünyada dengeler değişti, darbeciler için dünyada altın çağ sona erdi. Bu kez başaramadılar, ava giderken avlandılar.

Bu nedenle hak-hukuk üstüne kopardıkları gürültü inandırıcı değil. Bu yaygara ile ancak safları kandırabilirler.

Şimdi mahkeme kararı açıklandıktan sonra bazıları, söz konusu mahkemeyi olağanüstü mahkeme sayıp “bu karar meşru değil!” diyorlar. Günaydın! Emirle karar veren “İstiklal Mahkemeleri”, 12 Mart ve 12 Eylül’ün askeri mahkemeleri hakkındaki fikriniz nedir? Son 50 yıldan, Yassı Ada duruşmalarından bu yana olağanüstü mahkemeler kesip biçerken nerdeydiniz?

Öte yandan, Genelkurmay Başkanı’nı, kuvvet komutanı orgeneralleri yargılayan böylesine mahkemeler olağanüstü olmayacak da ne olacaktı?

Buna rağmen bu davadan yargılananların imtiyazlı oldukları hiç de gözden kaçmadı. Çoğu zaman mahkeme salonunu gösteri salonuna çevirdiler, yargıçları tehdit ettiler, mahkemeyi işgale kalktılar. Son olarak “Silivri’yi yıkacağız!” deyip yandaşlarını 5 Ağustos’ta oraya çağırdılar, bir meydan muharebesine özendiler. Buna bakarak bir de 12 Eylül’ün Mamak, hele hele Diyarbakır askeri mahkemelerini düşünün: Sıra sıra put gibi oturan, başları tıraşlı, elleri dizlerinin üstünde, kıpırdanmaları bile yasak ve dönüşte kendilerini amansız işkencelerin beklediği tutukluları…

Ama Silivri’deki yargılamalar üzerine koparılan bunca gürültü para etmedi. Yargı kararını verdi. Bu ülkede -çok geç de kalmış olsa, geçmiştekilerin tümünü kapsamasa da- Balyoz davasının ardından, Ergenekon davasında bir bölüm darbecinin daha yargılanıp mahkum edilmiş olması kanımca çok önemli bir olaydır.

Ergenekon, yani asıl adıyla Kontrgerilla, kurulduğu 1950’li yıllardan bu yana bu ülkeye çok kötülükler yaptı. Sözde komünist sisteme karşı savunma amaçlı örgütlenmiş olan bu örgüt, zaman içinde devasa bir gizli suç örgütü haline geldi. 6-7 Eylül, Maraş, Çorum, Malatya, Sivas olayları, 1977 kanlı 1 Mayısı, Ecevit ve Özal’a suikast girişimi dahil, nice provokasyona, nice kanlı olaya imza attı. Yıllar boyu ondan dert yandık. Bugün bu örgütün devamının, Ergenekon adıyla yargı önüne çıkması, hesap vermesi, suçlu bulunanların mahkum olması elbet önemlidir, tarihi bir olaydır.

Tüm karalama çabalarına, tehditlere rağmen bu davayı kararlılıkla yürüten yargıçların, savcıların ve emeği olan herkesin tavrı saygıya değer.

Elbet böylesi büyük bir davada, davanın haklı ve meşru olmasının yanı sıra, şu veya bu kişiyle ilgili olarak, şu veya bu uygulamada, delil toplama veya değerlendirmede hatalar olabilir. Ama bu davaya halel getirmez.

Örneğin bu davada profesörler, gazeteciler filan da yargılandılar. Ama bilim adamı veya gazeteci olmak kimseye suç işleme imtiyazı vermez. Ne yazık ki bu ülkede öteden beri, üniversitelerde ve medyada birileri hep darbecilerle işbirliği yaptılar, gönüllerindeki düzenin korunmasını veya kurulmasını onlardan beklediler. Ama böyleleri, kaçınılmaz olarak hep de düş kırıklığına uğradılar.

Ayrıca Kontrgerilla örgütünün nasıl orduya, polise, yargıya, üniversitelere ve medyaya, siyasi partilere sızdığını, hatta paravan örgütler kurduğunu, bu ülkede siyaseti izleyen herkes iyi biliyor. Bu nedenle bu davada boy gösteren rektörler, kimi sol parti liderleri, anlı sanlı gazeteciler hiç de sürpriz değil.

Bu dava nedeniyle bir kez daha kanıtlandı ki, kendileri için hak hukuk bekleyenler, başkalarının hak ve hukukuna saygı göstermeli, çağdaş bir demokrasi için çaba göstermeli. Darbe değil, demokrasi, herkes için özgürlük istemeli.

Öte yandan, bu dava ile Ergenekon örgütü büyük darbe yemiş olsa bile, örgütün bundan ibaret olmadığı ve son 60 yıl içinde yaptıklarının büyük bölümünün aydınlığa çıkmadığı, hesap sorulmadığı da bir başka gerçektir. Türkiye bunu yapabilecek mi? Örneğin Fırat’ın ötesine uzanabilecek mi?

Belki olayların bir bölümü için zamanaşımından söz edilebilir. Ama bu eylemleri kesilmeden süregelen bir örgüt; bu nedenle aslında bir zamanaşımı söz konusu değil. Bu örgütün bir bütün olarak ele alınıp hem yargıda, hep politik çevrelerde ve medyada, hem de bizzat kamuoyunun vicdanında mahkum edilmesi; böylece toplumun kendi tarihi ile yüzleşmesi, arınması, bir dönemin kapanması bakımından son derece gereklidir.


Kemal Burkay

6 Ağustos 2013

 

07 Ağustos 2013 Çarşamba Hasan Cemâl, Yalçın Doğan, ben filan

 Hasan Cemâl, Yalçın Doğan, ben filan

 

Pek çok gazeteden pek çok arkadaşın Hasan Cemâl için, Yahyâ Kemâl’in o meşhur deyişiyle “hâmelerini seyf-i meslûl etmeleri” fevkalâde merdce ve saygıdeğer bir davranış. Yâni “kalemlerini kınından sıyrılmış kılıçlara çevirmeleri”ni kasdediyorum.

Sırf politik iktidar sâhiblerinin hoşuna gitmeyen şeyler yazdıkları için onları patronlarına şikâyet ederek yazarları kovdurmak benim kanaatimce de şık bir davranış değil. Bu tür meslekdaşlara sâhib olmak insana güven ve iftihar veriyor. Bir cins mazhariyet bu! Helâl olsun bizlere ve bu arada bana ki böyle karlı dağlar gibi sırtımızı yaslayacağımız arkadaşlarımız var diyeceğim ama  acabâ “ben” de diyebilir miyim husûsunda biraz mütereddîdim. Çünki bu mazhariyetden kimlerin yararlanabileceği meselesini tam olarak kavrayabilmiş değilim. Meselâ bundan birkaç yıl evvel, Mesut Yılmaz adlı bir başbakanımızın devr-i saâdetinde, onun pek hoşlanmadığı bir yazı yazmak haddini bilmezliğinde bulunduğum için, mûmâileyhin şikâyeti üzerine “Milliyet”deki sütûnumdan tek bir telefonla kovulmuşdum ama değerli meslekdaşlarımdan hiç biri zahmet edip buna dâir tek bir cümle yazmak lûtfunda dahî bulunmamışdı. Îmâ yoluyla bile!

Yanlış hatırlamıyorsam o sıralar “Milliyet”in Genel Yayın Yönetmeni, çoook eski “Cumhûriyet” senelerinden sevgili arkadaşım Yalçın Doğan’dı. Aramızdaki bu kıdemli hukuk dolayısıyla da kovulduğumu bana sekreteri vâsıtasıyla değil bizzat kendi açarak bildirmek zerâfetinde bulunmuşdu. Ben buna Osmanlı inceliği derim. Öyle ya, yontulmamışın biri olsa alt katlardan başka biri açıp “Mütebâkî alacaklarınızı iseönümüzdeki günlerden birinde kapıcıya uğrayıp alabilirsiniz. O yukarıya haber verir. Biride getirip paranızı verir.” bile dedirtebilirdi.

Zâten ben eski Cumhûriyetçilerin bu haddeden geçmiş nezâketine meftûnumdur.

Bir keresinde “Cumhûriyet”den de kovulmuşdum. O sıralar da Gazete’nin Genel Yayın Yönetmeni (tesâdüfün de böylesi!) Hasan Cemâl’di. İyi mi?

Yine bir yazım “zülf-i yâre” dokunmuş olduğu için (bendeki de şans hani!) o zaman da kovulmam gerekiyordu. Bir albayın telefonla verdiği tâlîmât üzerine!..Gençler bilmez; bu ülkede bir zamanlar askerlerin borusu yüksek öterdi...

Ne hazin tecellîdir ki o zaman da bu durumu sözkonusu eden tek bir satır dahî yazan olmamışdı.

Ama şimdi, Cenâb-ı Hakk’a binlerce şükürler olsun ki artık bir gazeteci şey edilince başka gazeteciler de mukaabeleten şey edebiliyorlar!

Ben buna da şey ediyorum.

Ya hâlâ bunu bile şey edemeseydik?

Bu arada Ertuğrul Özkök de güzel bir yazı kaleme almış. “Yenilmez gazeteci HasanCemâl” tâbirini kullanıyor dünki sütûnunda. Ben önce öfkelendim. Az kaldı arayıp kendisiyle münâkaşaya girişecekdim ki son anda ayıldım: Meğer o “yenilmez” derken “yenilip yutulmaz” anlamına değil “mağlûb edilemez” anlamına kullanmış o kelimeyi!

Keşke, diye düşündüm, ben de kendim hakkında böyle bir değerlendirme yapabilseydim.

Oysa ömrüm boyunca ne yenilgiler tatdığımı saymaya kalksam yerim yetmez.

Allahdan Alman, İsviçre ve Avusturya radyolarıyla tv’lerine programcılık ve politik yorumculuk yapıyordum da o sâyede mâlî müzâyakaya düşmekden kurtuldum.

Bağlayacak olursak:

Mesele bir Hasan Cemâl bir Can Dündar bir Ece Temelkuran bir şu bir bu meselesi değildir, önce bunun idrâkine varalım!

Mesele sistemin özündedir!

Tabii ki hiçbir patron istemediği yazarlarla çalışmak zorunda bırakılamaz. Ama bir de bir patronun hangi sebeblerden ötürü ansızın şu veyâ bu yazarla çalışmak istemiyor olması suali var.

Eğer bu sualin işâret etdiği problemi çözerseniz patronlar da ara sıra, o âna kadar belki de bayıldıkları bâzı yazarlarına karşı ansızın antipati duyma derdinden kurtulurlar.

Ama o zaman da kimse kendisine antipati duyulmasına yol açacak yazı yazamaz ki! 


 07 Ağustos 2013 Çarşamba

Yağmur ATSIZ

Hasan Cemâl, Yalçın Doğan, ben filan...

Bugün Anadolu tecrübesinin yerine aynı cemaat, kulüp ve kasttan olma anlayışı egemen kılınmıştır. 28 07 2013 pazar Tuz kokarsa… Her yıl Ramazan ayında iç gündemin tartışmaları genelde dini konularda yapılmaktaydı. Bu yıl bir olay istisna dini tartışmalar gündem oluşturmadı. Bir kısım dini sorulara verilen cevaplar da magazinsel bir tarzda ele alındı. Bunlar da 'oruçlu denize girilir mi ve sakız çiğnenir mi' tarzındaydı. Gündem oluşturan esas tartışma sahurun vaktiyle ilgiliydi. Bir ilahiyatçıya göre Diyanet sahuru erken sonlandırmakta ve insanlar birkaç saat uzun oruç tutmaktaydı. Üzülerek gördük ki, kuruma yönelik eleştiri olduğundan tahammül edilir bir düzeyde karşılanmadı. İddia sahibine yönelik televizyon programını sabote etmek olmak üzere olumsuz davranışlar sergilendi. Oysa bundan önce ilahiyatçılar arasında daha karmaşık ve gelenekselleşmiş uygulamalara yönelik eleştirilere gerekli müdahale yapılmamıştı. Son yıllarda toplumda tahammül kültürünün zayıflamakta olduğunu görmekteyiz. Bir kişinin kendisine göre doğru ama başkasına göre yanlış algılanan bir konu üzerinde kişinin olayı açıklamasına bakılmadan veya gerekçesini dinlemeden hemen karşıt bir kampanya ile linç tavrı devreye girmektedir. Anlaşılan odur ki insanlar artık birbirlerini dinlemiyor, herkes duymak istediği sese kulak kesiliyor. Herkes karşısındakini anlama ve ikna etme gayretinden çok boyun eğdirme ve ötekileştirme yarışı içinde. Oysa Anadolu kültürü farklı inançların, kültürlerin, etnik yapıların ve dillerin bir arada yaşama temelinde oluşmuştu. Bugün Anadolu tecrübesinin yerine aynı cemaat, kulüp ve kasttan olma anlayışı egemen kılınmıştır. Bu durum ortamda sahici davranışları azaltmış, bunun yerine yapay ve ikiyüzlülüğü artırmıştır. Gelişen olaylar üzerine yapılan 'olaylar bazılarının maskesini düşürmüştür' yorumları geldiğimiz noktayı dramatik biçimde açıklamaktadır. Merak ediyorum; nasıl bir davranış içindeyiz ki karşımızdaki insan bizim yanımızda gerçek kimliğini maskeleme gereği duyuyor. Bu durum bizim tutumumuzdan mı kaynaklanıyor yoksa karşımızdakinin kişilik zaafı mı? Hangisi daha baskın? İnandığımız din ve yaşadığımız coğrafyada ki kültür, insanların birbirlerinin yüzüne hakaret ve küfrün dışında, edep dairesi içinde her şeyi söyleyebilme cesareti sağlıyordu. Birlikte yaşamanın getirdiği bir hukuk vardı. Bir yerde çok yüzlü veya maskeli türler türemiş ise orada arızalı bir durum vardır. Bu arızalı durumun giderilmesi; itaatkâr, tabi ve tebaa insanların yetişmesiyle değil, kimlikli, kişilikli, haksızlık karşısında tavır alan, sorgulayan, eleştiren, iyiliği teşvik eden ve kötülükten sakındıran insanların yetiştirilmesiyle mümkündür. Öyle bir an içinde yaşıyoruz ki iyilik, doğruluk ve dürüstlük haber değeri taşımaya başladı. Oysa iyilik, doğruluk ve dürüstlük insan olmak, insan kalmanın gereğidir. Yalnızlaşmanın ve içe kapanmanın arttığı, örnek insan veya rol modellerin azaldığı bir dünyaya evirildik. Dini sorunlarımızı çözmek ve anlayışlarımızı zenginleştirmek için atanan insanlar kötülüğü, fesadı ve fitneyi çoğaltıyorlarsa artık tuz kokmuştur. İslam'ın iki şartı vardır: birincisi iman etmek, ikincisi iyilik yapmaktır. Görevimiz iyilik yapmak, iyiliği teşvik etmek ve kötülüğü önlemektir. Bugün başkalarının kötülüklerini anlatarak, iyiliği yaygınlaştırmaktan çok kötülüğe meşruiyet kazandırıyoruz. Hz Peygamberimiz (sav) 'Bir kul, bu dünyada başka bir kulun ayıbını örterse, kıyamet gününde Allah da onun ayıbını örter' diye buyurdu. Hz. Mevlana şöyle der: 'Cömertlik ve yardım etmede akarsu gibi ol Şefkat ve merhamette güneş gibi ol Başkalarının kusurunu örtmede gece gibi ol Hiddet ve asabiyette ölü gibi ol Tevazu ve alçakgönüllülükte toprak gibi ol Hoşgörürlükte deniz gibi ol Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol.' Alija der ki: Dünyanın bütün büyük dinleri şu basit hakikati öğretmeye çalışır ve hakikatler basittir. Sana yapılmasını istemediğin şeyi başkasına yapma. Ya da öyle hareket et ki, davranışların herkes için geçerli olsun; ne sana göre değişsin ne de başkalarına göre… SÜLEYMAN GÜNDÜZ 28 07 2013